2018 Eylül ayında imzalanan Soçi mutabakatına rağmen rejimin İdlib’e yönelik rejim saldırıları aralıklarla sürmüş, ardından Rusların hava saldırılarına başlaması ile birlikte İdlib yeniden çatışmaların odağında olmuştur. Rejim Nisan ayında başlattığı saldırıların ardından Hama kuzeyinde ilerleme sağlamış, Morek’teki TSK’nın üssünün kuşatma kalması ve Han Şeyhun beldesinin muhaliflerce kaybedilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu süreçten itibaren devam eden aralıklarla saldırılar ve Rus hava saldırıları neticesinde yüzbinlerce sivil yerlerinden edilmiştir. İdlib havzasında tüm saldırılarla yerlerinden edilen sivil sayısının 1.6 milyona yaklaştığı değerlendirilmektedir. Son dönemde gerçekleşen saldırılar sonucunda ise TSK’ya ait Surman’daki gözlem üssü rejim güçleri tarafından çevrelenmiş durumdadır. Bu saldırılar neticesinde ise yaklaşık 400 bin sivilin Türkiye sınırına geldiği ifade edilmektedir. Rejim İdlib’in güneydoğusuna ve Halep batısına gerçekleştirdiği son ilerlemeler ve saldırılarla M5 yolunu kontrol etmeyi, buna bağlı olarak da Maarat el Numan kentini ele geçirmeyi hedeflemektedir. Rusya ve rejimin İdlib’te kısa vadeli planlarının M4 ve M5 yollarını kontrol ederek, İdlib şehir merkezini de karadan bombalama gerçekleştirebileceği noktaya getirmeyi hedeflediği düşünülmektedir.
Yönetilebilir bir Suriye
Aynı zamanda sivil yerleşim alanlarını imha ederek, yerleşik son devrimci & sünni nüfusu da tasfiye etmek istemektedir, Nitekim tüm Suriye sahasında devrime bağlılık gösteren sünni nüfus ve silahlı unsurlar halihazırda İdlib’te toplanmış durumdadır. Bu bağlamda İdlib, Halep batısı ve çevre yerleşim yerlerinin yoğun bombardımanlar neticesinde yaşanmaz hale getirilerek, söz konusu nüfusun da ülke dışına zorla göç ettirilmek istendiği böylece rejim açısından yönetilebilir nüfusun ülkede kalmasının amaçlandığı görülmektedir. Bu yıkıcı tutumu, yakın tarihimizde Çeçenistan’ın başkenti Caharkale’ye (Grozni) yönelik yoğun Rus bombardımanında tecrübe etmiştik. Neredeyse tamamen yıkılan şehirde yüzbinlerce insan hayatını kaybetmiş veya göç etmek durumunda kalmıştı. Rusya’nın aynı tutumu, İdlib’te de gösterdiğini bu kapsamda sünni nüfusun gücünün kırılmasına İran’ın da destek olduğunu belirtmekte yarar vardır. Nitekim, ülkeden yoğunlukla göç eden kesimin sünni nüfus olduğu da hatırda tutulmalıdır. Geri dönüşlerin engellenmesi noktasında da rejimin azami gayret gösterdiği bilinmektedir, Dera ve çevresinin rejim tarafından ele geçirilmesine rağmen Ürdün’deki mültecilerin geri dönüş yapmadığı bilinmektedir. İdlib’e uluslararası kamuoyunun bakışını göz önünde bulundururken, saha aktörlerinin ne hedeflediğini ve nasıl bir Suriye tasarladıklarını da görmek gerekmektedir. Bu noktada, Irak savaşının ardından yönetimden uzaklaştırılan, bununla kalmayıp ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye başlayan sünni nüfusun DEAŞ’ı destekleyen bir noktaya nasıl evrildiğini ve bu bağlamda Suriye’nin karşı karşıya kalabileceği potansiyel şiddet sarmalını görmek gerekmektedir. 2018 yılında Dera ve çevresinin rejim tarafından ele geçirilmesine rağmen bölgede rejime karşı gösteriler aralıklarla sürmeye devam ederken, çeşitli gerilla yapılanmasına sahip muhalif örgütlenmeler ortaya çıktığını ve rejim unsurlarına karşı aralıklarla saldırılar düzenlediğini akılda tutmak gerekir.
Uluslararası Bakış
İdlib çıkmazına ilişkin Rusya, İran, rejim ve müttefikleri dışında başta Batı dünyası olmak üzere ABD, Türkiye ve AB ülkeleri; Rusya, İran ve rejimin saldırılarına karşı durmaktadır. Bu noktada Türkiye, pozisyonu, fiili varlığı ve fiziki manada ilk etkilenecek ülke olması hasebiyle diğerlerinden ayrışmaktadır. Nitekim, aktif olarak ateşkes politikası yürüten ve sahada varlığı bulunan tek ülke Türkiye’dir. Bu manada da diğer ülkelerden ayrıştığı gibi, sorumluluğu da üstlenmek durumunda kalmıştır. Ancak Türkiye’nin Batı dünyasına ifade ettiği nokta, İdlib’te yaşanabilecek bir göç dalgasının yalnızca Türkiye’yi değil, Avrupa ülkelerini de etkileyeceğidir. Bu anlamda başta Almanya, Fransa, İtalya ve ABD olmak üzere Batı dünyasının Türkiye’nin izlediği ateşkes, normalleşme ve siyasi sürece geçiş siyasetini güçlü bir şekilde desteklemesi gerekmektedir ancak bugüne değin bu yönde fiili etki uyandırabilecek bir adım atılmış değildir.
ABD elçilik hesabı üzerinden İdlib’e yönelik saldırıları kınasa da fiili bir adımda bulunmamıştır. Almanya Şansölyesi Merkel, Türkiye ziyaretinde İdlib’e yönelik Türkiye’nin gerçekleştirdiği yardım faaliyetlerine destek vereceğini ifade etmesinin dışında kalıcı bir çözüm söylemi oluşturduğunu belirtmek güçtür. Bunun yanında Fransa, Türkiye’nin İdlib pozisyonuna paralel bir duruş sağlasa da YPG/PKK girdiği siyasi ve askeri angajmanın ardından Suriye’de Esed karşıtı bir pozisyondan ziyade YPG destekçisi bir noktaya evrilmiştir. Batı dünyasının parçalı siyasetini, Türkiye’nin bölgedeki yalnızlığını fırsata çeviren Rusya, İran ve rejim bloku İdlib’te ilerlemelerini sürdürmektedir. Bu noktada, Arap dünyasının da İdlib’te yaşanan sivil ölümlere, zorunlu göçe ve insan hakları ihlallerine karşı suskunluğu da ayrıca not edilmelidir. Türkiye’ye müzahir bir siyaset izleyen Katar’ı Arap dünyasından ayırmak mümkündür.
Rusya Ne Hedefliyor?
Rusya, Eylül 2018’de imzalanan Soçi mutabakatına bir süre riayet etse de ilerleyen süreçte anlaşmaya paralel hareket ettiği ifade edilemez. Nitekim 2019 yılından itibaren gerçekleştirilen saldırılara da bifiil katılım sağlamıştır. Yalnızca hava saldırılarıyla değil, karadan da Wagner grubu vasıtasıyla çatışmalarda yer almıştır. Aynı zamanda saldırıları koordine eden kurmay aklı Rus Ordusu sağlamaktadır. Yukarıda da ifade edildiği üzere Suriye’de devrimci & sünni nüfusun göç ettirilmesi, silahlı muhalefetin elimine edilmesi, muhalefetin topraksızlaştırılması ve bu bağlamda anayasa ve siyasi süreçte muhalif etkinin minimize edilmesi Rusya’nın temel yaklaşımıdır. Aynı zamanda Rusya’nın İdlib tavrı, hem Türkiye’yi hem de potansiyel göç ile birlikte Avrupa ülkelerini tehdit etmek üzere sahayı canlı tutmak üzerinedir. Bununla birlikte adım adım sahada ilerleme kat ederek de orta ve uzun vadeli hedeflerini gerçekleştirme arzusundadır.
Türkiye Ne Yapmalı?
2011 yılından itibaren Türk dış politikasının temelini oluşturan Suriye sorunu, gelinen noktada Türkiye’nin yalnızca dış siyasetini değil, iç siyasetini belirler pozisyona erişmiştir. 4 milyon mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye’nin yeni bir göç dalgasını kaldırabilecek bir noktada bulunmadığı bilinmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin İdlib’ten gelebilecek bir potansiyel bir göçü önlemek adına askeri tedbirleri ciddiyetle tartışması gerekmektedir. Nitekim ne Rusya ne İran ne de rejim, diplomatik anlaşmalara riayet etmemekte, aksine askeri çözümü öncelemektedir. Bu manada Türkiye’nin de elinin güçlü olduğu ve gerektiğinde savaşı başka noktalara taşıyabileceği muhataplarına hatırlatılmalı ve hatta fiili örneklendirmelerde bulunulmalıdır. Türkiye’nin kendi ordusu, TSK’nın yanında yaklaşık sayıları 100 bine erişen Suriye Milli Ordusu’nu harekete geçirebilme etkisinin olduğu, bu kapsamda Halep’in, Tel Rıfat’ın, Lazkiye’nin ve tabii olarak İdlib’in yeni cephelere sahne olabileceği başta Rusya olmak üzere tüm karşı bloka izah edilmelidir.
Öncelikle Türk hariciyesinde ve askeriyesinde İdlib konusunda diplomatik önlemlerin yetersiz kaldığı kabul edilmeli ve defalarca denenen ancak sonuç alınamayan ateşkes girişimlerinden vazgeçilmelidir. Tedbir, Rusya’ya bu savaşın maliyetlerinin hesapladıklarının çok ötesinde olduğunu ve hatta başta anayasa süreci başta olmak üzere siyasi süreci de tehlikeye attığını gösterecek şekilde askeri olmalıdır. Astana sürecinin de bu şiddet politikası sürdüğü müddetçe işlevsiz hale geleceği de hatırlatılmalıdır. Bu kapsamda atılacak askeri adımlara, başta ABD olmak üzere Batı dünyasının diplomatik, istihbari ve hatta askeri desteği alınmalıdır. Konunun ciddiyetinin anlaşılması bakımından da İdlib’ten doğabilecek yeni bir göç dalgasında AB ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması’nın işlevsiz hale geleceği açıkça ifade edilmelidir. Nihai manada çözümü askeri tedbirlerde gören Rusya’ya karşı, Türkiye’de çözümü askeri tedbirler de aramalı ve İdlib’i; Afrin, el Bab, Cerablus veya Tel Abyad gibi tam manasıyla TSK kontrolüne alacak, bu kapsamda da rejimin ilerleyişini durduracak hatta geriletecek askeri tedbirleri ivedilikle yeniden masaya almalıdır.