Analiz
Rusya İçin ABD’nin Suriye’den Çekilmesinin Anlamı
Rusya İçin ABD’nin Suriye’den Çekilmesinin Anlamı 19 Aralık 2018 tarihinde, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump tarafından, ABD’nin tüm askerlerini Suriye’den çekeceğine dair yapılan açıklama[1], bölgedeki paradigmayı değiştirecektir. Rusya’nın etkisini arttırma ve ABD’yi dengeleme üzerine kurulu bölge politikası için, Suriye, oldukça büyük bir öneme haizdir. Dolayısıyla ABD’nin çekilme kararı, bölgedeki paradigmayı değiştireceği gibi, Rusya’nın da bölgeye yönelik politikalarını etkileyecektir. Bu analiz Rusya’nın, Trump’ın çekilme kararını nasıl karşıladığını açıklamak ve çekilme durumunda izleyeceği politikaları ortaya koymak için yazılmıştır. ABD’nin Çekilme Kararı Sonrası Türkiye-Rusya-ABD-İsrail Konjonktürü Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in açıklamalarından yola çıkarak, Rus tarafının Trump’ın beyanatına, ABD’nin daha önce Afganistan için verdiği sözleri yerine getirilmediği de vurgulanarak, oldukça temkinli yaklaştığını görmekteyiz[2]. Her şeye rağmen, Putin böyle bir çekilmenin mümkün olduğunu, özellikle siyasi çözüm yolunda ilerlediklerini de dile getirmiştir[3]. Lakin bahse konu kararın ardından, en üst seviyeden alt seviyeye kadar tüm siyasetçiler, Rusya’nın Suriye’deki askeri varlığını korumaya devam etmekten vazgeçmeyeceğini dile getirmiştir. Ancak böyle bir vurgunun yapılmasındaki asıl maksat, Rusya’nın rejime verdiği desteği kesmeyeceğini, oluşacak güç boşluğunu dolduracak en önemli adaylardan da biri olduğunu ortaya koymaktır. 29 Aralık Cumartesi günü, Kremlin Sözcüsü Dmitry Peskov “Suriye hükümetine bağlı güçlerin Münbiç kentinin kontrolünü ele geçirdiği bilgisi doğru” şeklinde doğruluktan uzak bir açıklama yapmıştır. Peskov’un bu açıklamasının asıl sebebi, Münbiç’te de bir aktör olduklarını hatırlatma çabasıdır. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, Esed’e gönderdiği yeni yıl mesajında, Rusya’nın Suriye hükümeti ve halkına, terörle mücadele ve ülkenin toprak bütünlüğünün korunmasına yönelik verdiği desteğin devam edeceğini söylemesi[4]de, Rusya’nın rejime verdiği desteğin açık bir tezahürüdür. Bu açıklama, Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un, “Suriye’de terörist tehlikesini ortadan kaldırmak için birliklerimizin koordinasyonu konusunda mutabakata vardık[5]” bildirisine müteakip gelmiştir. Diğer bir deyişle Rusya, her ne kadar Türkiye ile mutabakata varmış olsak da, kamuoyuna rejime verdiği desteğin değişmediğine yönelikmesaj vermiştir. Buna mukabil, Vladimir Putin, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a gönderdiği yeni yıl mesajında, Moskova ve Ankara’nın ortak çabalarıyla, Suriye’de terörle mücadeleye kararlı bir katkı sağlanıyor değerlendirmesinde bulunmuştur[6]. Aynı zamanda Avrasya’nın güvenliğini birlikte güçlendirmeye devam edileceğine vurgu yapmıştır[7]. Türk Akımı, S-400 anlaşması ve Akkuyu Nükleer Projesi gibi uzun soluklu, ortak projeler, iki ülke arasındaki kırılgan ilişkileri sağlam bir zemine oturtmuş, ABD’nin bölgeden çekilme kararının veya rejimin Türkiye karşıtı propagandasının, Türkiye-Rusya ilişkilerine zarar veremeyeceği, iki tarafında karşılıklı açıklamalarıyla açıkça ortaya konulmuştur. Tüm bunların dışında, Putin ve Netanyahu arasında Suriye’de ikili işbirliği üzerine bir telefon görüşmesi gerçekleşmiştir[8]. Bir yandan ABD, İsrail’in görüşlerini ön plana koyarken[9], Türkiye ile de ikili ilişkilerini ilerletmekte, diğer yandan Rusya, Türkiye ile sahip yüksek diyaloğun altını çizerken, İsrail ile Suriye’de ikili ilişki vurgusu yapmaktadır.   Rusya’nın Endişeleri ve Olası Çekilme Sonucu İzleyecekleri Politikalar ABD’nin bölgeden çekilmesi hususunda Rusya’nın birçok endişesi bulunmaktadır. Her ne kadar Türkiye ile ikili ilişkiler, yüksek stratejik diyalog seviyesinde izlese de, çekilme sonrası ortaya çıkacak alanı, Türkiye’nin kontrol altına alması ve Ankara’nın bölgedeki etkinliğini arttırması, Rusya’nın arzu etmediği başlıca hususlardan birisidir. Bu alan zengin enerji ve su kaynaklarına sahip, verimli ve sulamaya uygun tarım arazilerini de içinde barındıran çok geniş bir alandır[10]. Dolayısıyla, ABD bölgeden çıktıktan sonra YPG/PKK’nın elinden alınması ve kontrolün Türkiye’nin eline geçmesi, rejimin dolasıyla Rusya’nın çıkarlarına uygun değildir. Rusya’nın bu endişelere yönelik atabileceği alternatif adımlar mevcuttur. Rusya açısından Fırat’ın doğusuna yönelik 4 senaryo ortaya çıkmaktadır: İlk olarak, Rusya’nın, Türkiye’nin doğacak güç boşluğunda bölgedeki varlığını arttırmasını önlemek için, Esed rejimi ve YPG arasında, ABD’nin çekilme kararı sonrası artan diyaloğu destekleyebileceğini görmekteyiz. Karşılıklı tavizlere ikna ederek, taraflar arasında barış sağlama gayesi ile, rejim ve YPG arasında arabulucu bir rol oynama üstlenmesi muhtemeldir. Esed’e olan desteğin her fırsatta dile getirilmesi, YPG’nin veya PKK’nın hiçbir zaman terörist bir örgüt olarak tanınmaması ve saha da kurulan angajmanlar[11], bu ihtimali destekleyen faktörlerdir. Aynı zamanda, Astana’da da dile getirilen, Rusların Suriye’nin Kuzeyinde otonom bir bölge kurma gayesi ve Esed’in yeniden seçilebileceği bir anayasının dizaynı, bu hamleyi destekleyen diğer önemli amillerdir. Türkiye, YPG’nin bölgedeki mevcudiyetini koruduğu, özellikle de otonom bir yapıya sahip olduğu, hiçbir politikayı kabul etmeyecektir. Zaten, Türkiye’nin bölgeye yönelik asli politikası, ülkenin toprak bütünlüğünün korunmasıdır, dolayısıyla otonom bir yapının kuruluması ihtimali, Türkiye için kırmızı çizgidir. İkinci olarak, Rusya’nın tampon bölge oluşturma fikrini görmekteyiz[12]. Bu bağlamda Ayn El Arab’tan Maliki’ye kadar Haseke’nin güneyine inmeyecek şekilde bir alanda Türkiye’nin operasyonlarına destek verilmesi sonrasında YPG ile arasında bir tampon bölge oluşturulması fikri öne sunulacak olabilir. YPG’nin bölgede aktör olmaya devam ettiği bu senaryonun, Türkiye tarafından kabul görmesi oldukça düşüktür. Rusya için üçüncü alternatif, Türkiye ile tam koordinasyon sağlanarak YPG’nin bölgeden tamamiyle tasfiye edilmesi, ancak karşılığında ele geçirilen bu alanının, Rusya kontrolünde peyderpey rejime bırakılması. Bu hamle atılması oldukça zor, Türkiye tarafından kabul görmesi de bir o kadar düşük bir ihtimaldir. Ayrıca ABD de boşalttığı alanın tamamiyle, Rusya’nın kontrolüne geçmesini istemez. Türkiye ve ABD’nin bu tarz bir teklifi kabul etmesi durumunda dahi, nihayetinde rejime geri bırakılan bu alanda, YPG’nin yeniden vuku bulma ve kaldığı yerden devam etme ihtimalinin bertaraf edilmesi gerekir. Çünkü, Esed rejimi bölgede her zaman Türkiye’ye karşı oynayabileceği bir kartı, yani YPG’yi, kaybetmek istemeyecektir. Bu bağlamda Esed rejiminin, YPG’nin bulunduğu bölge olan Tel Rıfaat’a girmesine rağmen, bölgedeki YPG varlığının sürmesi ve Tel Rıfaat’taki YPG’nin Türkiye’nin desteklediği Suriyeli muhaliflere saldırması önemli bir göstergedir[13][14]. Tel Rıfaat örneği, bu tarz bir senaryonun Türkiye açısından neden kabul edilebilir olmadığını göstermektedir. Rusya açısından dördüncü bir alternatif olarak, Astana sürecinde başarılı bir ortaklık ve uyum sağlayan, Türkiye-Rusya-İran üçlüsünün bu çekilme sürecini birlikte yürütmesidir. Bu hamle doğru uygulandığı takdirde, İran sürece dahil olacaktır ve Astana’da kazanılan ortaklık ön planda tutulacaktır. Özellikle Türkiye için[15], Bolton’un yaptığı açıklamalar[16]sonrasında, bu alternatif daha fazla gündeme gelebilir.   İran Faktörü Rusya’nın ABD’nin çekilme kararı sonrası diğer bir endişesi ise, oluşacak güç boşluğunda İran’ın etkisini ve kontrol alanını arttırması ihtimalidir. Bu durum, aynı zamanda İsrail ve ABD’nin de çekinceleri arasındadır. Bu bağlamda, İran’a kıyasla Rusya’nın hakimiyetini arttırması, ABD ve İsrail’in çıkarlarına, özellikle de İsrail’in güvenlik endişelerine, daha uygun olabilir. Ancak oluşacak güç boşluğunda, bölgenin önemli aktörlerinden İran’ı dışlamak kolay olmayacaktır. Nitekim İran denklemin önemli bir parçasıdır. Rusya bu bağlamda, İran’ı denetiminde ve kontrolünde tutma amaçlı, sürece dahil etmek isteyecektir. Bu duruma ABD ve İsrail de çıkarları gereği karşı çıkmayabilir. Sonuç Son tahlilde, ABD’nin bölgedeki dengeleri kökten değiştirecek bu kararı, Rusya tarafından temkinle karşılanmış, küresel ve bölgesel aktörlerle ikili ilişkiler üst seviyede tutulmuştur. Bu süreçte bölgede oluşacak güç boşluğundan yararlanarak Türkiye ve İran’ın etkinliğini arttırması,Kremlinaçısından öne çıkan endişeler arasında yer almıştır. Moskova için kritik öneme sahip bu çekinceler, muhtelif politikaları da beraberinde getirmektedir. Yukarıda açıklanan ilk üç alternatif de, belirtildiği üzere Türkiye’nin kabul edebileceği seçenekler değildir. Dördüncü alternatif, Astana üçlüsünün birlikte bu süreci yönetmesi, ABD’nin oluşturduğu çekilme muğlaklığı ve kurumları arası etkileşimsizlik, Türkiye’yi de bu üçlü ile birlikte hareket etmeye yönlendirebilir. İran’ın yalnızlığı ve Rusya’nın İran üzerinde denetim ve kontrolünü arttırmak isteyen tavrı, ikili diyaloglarını arttıracaktır. Bu nedenle Astana’ya yönelim hem Türkiye hem de Rusya ve İran için de makul bir alternatif olabilir. Ezcümle, bu süreçte Moskova’nın, Tahran ve Ankara ile diyaloğunu arttırması kuvvetle muhtemeldir. Fakat uzun soluklu olup olmayacağı konusu, Rusya ve İran’ın, YPG’nin bölgeden tümüyle tasfiye edilmesi konusunu kabul edip etmeyeceklerine bağlıdır. Kaynakça: [1]Dion Nissenbaum, Nancy A. Youssef and Vivian Salama, “In Shift, Trump Orders U.S. Troops Out of Syria”, The Wall Street Journal, 19.12.2018, www.wsj.com/articles/u-s-military-preparing-for-a-full-withdrawal-of-its-forces-from-northeastern-syria-11545225641 (ingilizce kaynak) [erişim tarihi 07.01.2019].[2]Vladimir Putin’in Düzenlediği Büyük Basın Toplantısı (Bolshaya Press Konferentsiya Vladimira Putina), Çevrimiçi Rapor(Onlayn-reportazh), 20.12.2018, ria.ru/20181220/1548305038.html, (Rusça kaynak) [erişim tarihi 07.01.2019].[3]A.g.e.[4]BBC Türkçe, “Putin’den Trump’a yeni yıl mesajı: Diyaloğa hazırız”, BBC Türkçe, 30.12.2018, www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46716879, [erişim tarihi 07.01.2019].[5]AA, “Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov: Birliklerimizin koordinasyonu konusunda mutabakata vardık”, Anadolu Ajansı, 29.12.2018, www.aa.com.tr/tr/dunya/rusya-disisleri-bakani-lavrov-birliklerimizin-koordinasyonu-konusunda-mutabakata-vardik/1351826 [erişim tarihi 07.01.2019].[6]BBC Türkçe, “Putin’den Trump’a yeni yıl mesajı: Diyaloğa hazırız”, a.g.e.[7]Burhanettin Duran, “Rusya’nın Tavrı ve Tampon Bölge Fikri”, Sabah Gazetesi, Turkuvaz Haberleşme ve Yayıncılık A.Ş., 01.01.2019, www.sabah.com.tr/yazarlar/duran/2019/01/01/rusyanin-tavri-ve-tampon-bolge-fikri[erişim tarihi 07.01.2019].[8]President of Russia, “Telephone conversation with Israeli Prime Minister Benjamin Netanyahu”, Official Internet Resources of the President of Russia, Presidential Executive Office, 04.01.2019, en.kremlin.ru/events/president/news/59637 (ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 08.01.2019]. Bu görüşme Beyaz Sarayın Ulusal Güvelik Danışmanı, John Bolton, 4 Ocak 2019 tarihinde, İsrail ve Türkiye ile ABD güçlerinin bölgeden çekilmesi hususunu görüşeceğini bildirmesine müteakip yapılmıştır, bkz:John Bolton’ın kişisel Twitter adresi, bkz: twitter.com/AmbJohnBolton/status/1081002218269143041. Ayrıca bkz: CNN TÜRK, “ABD heyeti koordinasyon için Türkiye’ye geliyor”, 04.01.2019, www.cnnturk.com/dunya/abd-heyeti-koordinasyon-icin-turkiyeye-geliyor [erişim tarihi 07.01.2019].[9]Bolton’ın Türkiye’den YPG’yi vurmayacaklarına dair garanti alana kadar bölgeden çekilmeyeceklerini açıklaması bkz: Eliott C. McLaughlin, “Bolton contradicts Trump, says Syria withdrawal hinges on safety of Kurds”, CNN , 07.01.2019, edition.cnn.com/2019/01/06/middleeast/syria-bolton-turkey-kurds-conditional-withdrawal/index.html (ingilizce kaynak) [erişim tarihi 08.01.2019]. Bu açıklamalar muvacehesinde görmekteyiz ki, İsrail’in bölgede İran’ı dengelemesi hususunda, ABD’nin YPG ile ortaklığı, çok kritik bir öneme haizdir.[10]Mehmet Çağatay Güler, “Suriye’nin Su Politikaları: 2011 Öncesi ve Sonrası”, Suriyegundemi, 27.12.2018, www.suriyegundemi.com/2018/12/27/suriyenin-su-politikalari-2011-oncesi-ve-sonrasi/ [erişim tarihi 08.01.2019] ve Mehmet Çağatay Güler, “Suriye’de Devrim ve Enerji Jeopolitiği”, Suriyegundemi, 30.11.2018, www.suriyegundemi.com/2018/11/30/suriyede-devrim-ve-enerji-jeopolitigi/ [erişim tarihi 08.01.2019][11]Ömer Özkizilcik, “Rusya’nın Suriye politikasında YPG faktörü”, Suriyegundemi, www.suriyegundemi.com/2017/11/22/rusyanin-suriye-politikasinda-ypg-faktoru/ [erişim tarihi 09.01.2019][12]Burhanettin Duran, “Turkey wants to see Syrians, not terrorists or Assad, rule their own country”, Daily Sabah, Turkuvaz Haberleşme ve Yayıncılık A.Ş., 04.01.2019, www.dailysabah.com/columns/duran-burhanettin/2019/01/05/turkey-wants-to-see-syrians-not-terrorists-or-assad-rule-their-own-country[erişim tarihi 07.01.2019].[13]Hürriyet Gazetesi, “Rusya: YPG, Tel Rıfat’ı rejime bıraktı”, Hürriyet, 06.09.2017, www.hurriyet.com.tr/dunya/rusya-ypg-tel-rifati-rejime-birakti-40570866 [erişim tarihi 09.01.2019][14]Ömer Özkizilcik, a.g.e.[15]CNN TÜRK, “Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’ndan önemli açıklamalar”, CNN TÜRK, 09.01.2019, www.cnnturk.com/turkiye/son-dakika-disisleri-bakani-cavusoglu-konusuyor [erişim tarihi 09.01.2019][16]Eliott C. McLaughlin, “Bolton contradicts Trump, says Syria withdrawal hinges on safety of Kurds”, CNN , 07.01.2019, edition.cnn.com/2019/01/06/middleeast/syria-bolton-turkey-kurds-conditional-withdrawal/index.html (ingilizce kaynak) [erişim tarihi 08.01.2019].    
Türkiye’nin Fırat’ın Doğusunda DEAŞ ile Muhtemel Mücadelesi Kutluhan Görücü  
Türkiye’nin Fırat’ın Doğusunda DEAŞ ile Muhtemel Mücadelesi ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’den çekilme kararı ile birlikte DEAŞ ile mücadele konusunda Türkiye’nin rol alacağını açıklaması Fırat’ın doğusundaki operasyonun mahiyetini ve anlamını değiştirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da önümüzdeki dönemde Suriye’nin kuzeyindeki terör örgütlerine yönelik operasyon yapılacağına ilişkin açıklamaları, DEAŞ’ın Fırat’ın doğusundaki varlığını yeniden Türk kamuoyunun gündemine getirdi. DEAŞ’ın 2013 yılında Suriye topraklarına girmesi hem Suriye’deki rejim karşıtı mücadelenin hem de küresel sistemdeki terör varlığının yapısını değiştirdi. Örgütün kendisine merkez olarak belirlediği Rakka şehrinin ABD destekli YPG/SDG unsurları tarafından ele geçirilmesi, DEAŞ’ın Suriye’de belirleyici bir aktör olma gücünü kaybetmesine yol açtı. Bugün gelinen noktada DEAŞ’ın kontrolü altında olduğu bilinen alan Hacin ile Bağhuz arasındadır. Bu bölgenin dışında Humus’un doğusu ve Deyrizor’un batısındaki çöl arazisinde DEAŞ varlığının olduğu bilinmektedir. Ancak örgütün bu bölgedeki varlığı, yerleşimlerinden ziyade çöl şartlarına bağlı hücre yapılanması olarak nitelendirilebilir. Fırat’ın doğusundaki DEAŞ varlığı Hacin-Bağhuz hattı ve Humus çölleri dışında DEAŞ’ın hakimiyetinde bulunan ancak sonradan terör örgütü YPG/PKK’nın paravanı ABD destekli SDG güçlerinin eline geçen başta Rakka olmak üzere, Tabka, Münbiç, Deyrizor’un doğu kırsalı gibi yerlerle birlikte Şedadi, Haseke ve Kamışlı gibi kentlerde de DEAŞ hücreleri bulunduğu tahmin ediliyor. Kamışlı kenti bu noktada ayrı tutulabilir. DEAŞ, Kamışlı’da geçtiğimiz günlerde YPG/PKK liderlerinin hedef alındığı bir saldırıyı üstlenmiş olsa da bölgede daha önce böyle bir saldırısına rastlanmamıştı. Rakka şehri ve kırsalı ise DEAŞ’ın hücre faaliyetlerinin ve YPG unsurlarına yönelik saldırıların merkezi bölgesi olarak nitelendirilebilir. Rakka’nın doğusundaki el-Kerame kasabası ve Nur caddesi DEAŞ’ın saldırılarında başlıca noktalardan biridir. Bunun dışında Rakka’nın çevresindeki köy yerleşimleri de DEAŞ’ın saldırılarına tanıklık etmektedir. Rakka vilayetine bağlı Tabka kentinde de DEAŞ birçok kez saldırı düzenlemiştir. DEAŞ’ın bu bölgede de varlığı olduğu söylenebilir. Rakka’nın ardından en büyük saldırıların gerçekleştiği ve DEAŞ’ın halen güçlü olduğu söylenebilecek bölge ise Deyrizor kırsalıdır. Fırat’ın doğusunda Hacin-Bağhuz arasındaki kontrol sahası dışında DEAŞ, Fırat’a kıyı köy, kasaba veya ilçelerde YPG unsurlarına karşı gerilla taktiklerini kullanarak saldırılar düzenlemektedir. 2013- 2014 yıllarında Deyrizor’un hakimi konumunda olan DEAŞ, bu bölgelere ciddi anlamda yatırım yapmıştır. Nitekim bölgedeki petrol kuyuları, DEAŞ’ın en önemli gelir kaynaklarından birini teşkil etmesi itibarıyla da önemliydi. Buseyra ve es-Suvar ilçeleri, Ziban kasabası, Şehil kasabası ve el-Ömer petrol sahası DEAŞ’ın sıklıkla saldırı gerçekleştirdiği bölgelerin başında yer alıyor. Bahsi geçen bölgelerin dışında da birçok noktada örgütün saldırı gerçekleştirebilme kapasitesi var. Uzun süredir ABD’nin desteklediği SDG güçlerinin saldırılarına rağmen Hacin ve Bağhuz arasındaki bölgede hala DEAŞ’ın kontrol ettiği köy ve kasabalar bulunuyor. Bu bölgede 2 ila 3 bin DEAŞ üyesinin olduğu ve bunların çoğunluğunu yabancı savaşçıların teşkil ettiği belirtiliyor. Operasyonun hızı sahadaki gelişmelere bağlı DEAŞ ile mücadelenin nasıl ve ne şekilde gerçekleşeceği konusu henüz netleşmiş veya kamuoyuna yansımış değil. Türkiye ile ABD’nin koordineli bir şekilde Fırat’ın doğusunda çekilme sürecini yürütecek olmaları bu konuda bir ipucu olarak yorumlanabilir. Türkiye, Fırat’ın doğusuna askeri harekata başladığında terör örgütü YPG/PKK’nın tavrı TSK ve ÖSO unsurlarının DEAŞ ile mücadelesinin ne zaman ve ne şekilde olacağını gösterecek. TSK’nın üstün ateş gücü ve moral üstünlüğü karşısında terör unsurlarının uzun vadeli bir direnç göstermesi mümkün görünmemektedir. Ayrıca TSK’nın terörle mücadelesini Fırat’ın doğusuna genişletmesi ile birlikte özellikle SDG bünyesindeki Araplar ile bölgedeki aşiret milislerinin kolaylıkla mobilize olarak TSK ve ÖSO’ya müzahir olması muhtemeldir. Bu nedenle TSK’nın ilerleme hızı DEAŞ ile mücadeleyi de belirleyecektir. Nitekim, DEAŞ’ın varlık gösterdiği Hacin-Bağhuz hattı Türk sınırından yaklaşık 300 km uzaklıkta. TSK’nın ABD’ye ait mevcut üslerini devralması TSK’nın bölgedeki varlığını tahkim etmesinde ve başta YPG/PKK olmak üzere DEAŞ ile mücadelesini de kolaylaştıracak bir unsur olabilir. DEAŞ’ın TSK müdahalesine karşı muhtemel tavrı Türkiye ve ABD’nin koordineli bir şekilde Fırat’ın doğusunda operasyon icra etmeleri sırasında, YPG unsurlarının DEAŞ’a alan açması DEAŞ’ın etkinlik kazanmasına sebebiyet verebilir. Hatta DEAŞ, oluşabilecek kaos ortamını üyelerini Irak’a tahliye etmek amaçlı veya Irak-Suriye sınır hattını lojistik ikmal ihtiyaçları için kullanabilir. Nitekim DEAŞ’ın lider kadrosu için de örgütün temel motivasyonu Irak üzerinedir. Örgüt her ne kadar coğrafi yayılım hedefi gözetse de merkez kadrosu Irak ağırlıklıdır ve Irak’ı öncelemektedir. DEAŞ’ın Irak coğrafyasında savaşı kaybederek kontrol alanlarını yitirmesi örgütü 2010-2013 süreçlerinde gerçekleştirdiği gibi saha kontrolünden ziyade yıpratma savaşını ön planda tuttuğunu göstermektedir. Örgüt Irak’ın Sünni bölgelerinin neredeyse tamamında saldırı gerçekleştirebilecek kapasiteye sahip ve bölgede ciddi sayıda savaşçısının bulunduğu ifade edilmekte. Çeşitli uluslararası kurumlar ile düşünce kuruluşları Suriye ve Irak’ta 20-30 bin DEAŞ unsurundan bahsetmektedir. Öte yandan örgütün katı ideolojik tavrı Suriye sahasında etkin olduğu ve etkinlik kurabildiği alanlarda kaybedene dek savaşmasına neden olabilir. DEAŞ’ın amatör bir eğitimden geçirilerek silah altına alınan SDG unsurlarına gerçekleştirdiği gibi Amerikan askeri varlığını veya diğer koalisyon ülkelerinin askeri varlığını hedef alamamış olması örgütün kapasitesini göstermesi bakımından önemli. Bu noktada Türkiye, Fırat’ın doğusunda ABD ile koordineli bir şekilde ilerlemesi sağlayarak derinlik kazanması durumunda DEAŞ ile temas hatlarına gelebilir. Bunun dışında çeşitli bölgelerdeki DEAŞ hücrelerinin hedefine girebilir ancak bu saldırıları gerçekleştirebilecek kapasiteleri olduğunu varsayılmamaktadır. Nitekim TSK, harekat süresince ÖSO unsurları ile birlikte hareket edeceği için ÖSO mensuplarının DAEŞ tarafından kolay hedef görülmesi daha olasıdır. Afrin’de de YPG/PKK hücrelerinin eylemleri sıklıkla ÖSO unsurlarının hedef alındığını göstermektedir. Bu nedenle TSK için bölgede DAEŞ tehdidinden ziyade kontrol sahasına sahip YPG unsurları daha ciddi ve muhtemel tehdittir. Türkiye, Fırat Kalkanı Harekatı başta olmak üzere yurt içi ve yurtdışında gerçekleştirdiği operasyonlar ile DEAŞ örgütüyle mücadelede büyük bir tecrübe kazanmıştır. Bu tecrübe ve kabiliyeti sahaya yansıtarak kısa sürede sonuç alması muhtemeldir. Bu yönde Türkiye kamuoyuna açıkladığı gibi, Hacin ve Bağhuz hattındaki DEAŞ unsurlarını kısa süre içerisinde etkisiz hale getirebilecek kapasiteye sahiptir. Kaynak: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/firatin-dogusundaki-deas-varligi/1352881
Suriye’nin Su Politikaları: 2011 Öncesi ve Sonrası
Suriye’nin Su Politikaları: 2011 Öncesi ve Sonrası Özet Bu analizin amacı, ülkenin 2011 yılı öncesi su politikalarının, savaş sonrasında nasıl bir hal aldığını ortaya koymaktır. Bölgede su, bir çatışma ve işbirliği kaynağı olarak ön plana çıkmaktadır. Bu analizde suyun bir çatışma kaynağı oluşu görüşü temel alınacaktır. Suriye bulunduğu coğrafi konum dolayısıyla, su kaynakları hususunda büyük bir dezavantaja sahiptir. Su kaynakları bakımından fakir bir bölgede yer almasının yanı sıra, bir de sınıraşan suların (uluslararası nehirler) yaygın olduğu bir konumda bulunuyor olması, ülkenin su arzı güvenliğini büyük sıkıntılara sokmaktadır.  Su arz güvenliğinin sağlanması savaş öncesinde, dış politika ajandasında öncelikli ve kritik bir konumdaydı. Ülkede su yanlızca bir kalkınma aracı olarak değil, aynı zamanda otorite kurma amaçlı bir siyasi araç olarak da kullanılıyordu. Gelişmekte olan bir ülke olmasına ve şehirleşmenin artmakta oluşuna ek olarak bir de gittikçe artan nüfusun eklenmesi, ülkede su kaynaklarına aşırı yüklenmelere, su kirliliğine ve ülkenin yerlaltı sularının tuzlanmasına sebep olmaktaydı. Bunlara ek olarak, kapsamlı ve etkili su kaynakları yönetiminin olmaması, su kaynakları yönetimi konusunda yetkili kurumlar arasında etkileşim ve koordinasyon olmaması, su kıtlığını azaltmak ve mevcut kaynakların sürdürülebilirliğini sağlamak olan, devletin en temel ve önemli su polikasını olumsuz etkilmekteydi. Hayati öneme sahip su kaynakları, 2011 yılı öncesinde başarılı bir şekilde yönetilememekteydi. 2011 yılı sonrasında ise, ülkenin tarım sektörü büyük maddi kayıplara uğramış, hidroelektrik enerji kaynakları ve tarımda sulamanın geniş olduğu bazı araziler, savaş sonrası ortaya çıkan PKK/PYD gibi devlet-dışı aktörlerin eline geçmiştir. Aynı aktörlerin zaten kısıtlı miktarda olan ve düzgün yönetilemeyen su kaynaklarına ortak olması, yalnızca rejimin su politikalarına darbe vurmakla kalmamış, ülkede yaşayan insanların temiz ve arıtma suya ulaşamamalarına, su kirliliğinin daha da artmasına, dolayısıyla binlerce insanın hayatlarını kaybetmelerine neden olmuştur.
İsrail, Trump’ın Suriye’den Çekilme Kararını Nasıl Karşıladı? Bilal Salaymeh  
İsrail, Trump’ın Suriye’den Çekilme Kararını Nasıl Karşıladı? ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’den ABD askerleri çekme kararı, aniden Suriye’deki denklemi değiştirdi. Böylelikle bölgesel ve küresel aktörler Suriye’deki varlığını tekrar gözden geçirmek durumunda kaldılar. Bu karar, İsrail için büyük bir sürpriz olmuş ve İsrail karar alıcılar nezdinde derin endişeyle karşılanmıştı. Zira İsrail, Trump’ın kararının İran’ın lehine olabileceği ve Suriye sahasında İran askeri varlığıyla mücadele etmekte İsrail’i yalnız bırakacağını düşünmektedir. Bu kararın Ulusal Güvenlik danışmanı John Bolton ve ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’nin ‘İran destekli milislerin Suriye’den çıkartılmasına kadar’ ABD askerlerinin Suriye’de kalacağını açıklamasından kısa bir süre sonra gelmesi, İsrail için hem beklenmedik hem de hayal kırıcı bir gelişme oldu. Nitekim karardan dolayı istifa eden ABD Savunma Bakanı James Mattis, bu hafta Suriye’yi ve İran’ı konuşmak üzere İsrail’e gitmesi bekleniyordu. Karardan sonra ziyaretin iptal edilmesi, İsrail’in siyasi ve güvenlik çevrelerinde kararın olası sonuçlarına dair endişeleri artırdı. Fakat İsrail resmi makamlarının oldukça temkinli açıklamalarda bulunmayı tercih ettiğini kaydetmek gerekmekte. İsrail, kararı eleştirirken İran’a karşı ABD ile işbirliği yapmaya devam edeceğini vurguladı. Trump’ın kararının açıklanmasından hemen bir gün sonra İsrail Başbakanı Bünyamin Netanyahu harekete geçti. Netanyahu, Trump’ı arayarak aldığı kararından geri adım atmasını ikna etmeye çalışmış fakat istediği yanıtı elde etmediği anlaşılmıştır. İç siyasette yolsuzluk soruşturmalarından dolayı kriz yaşayan ve koalisyon hükümetini bir araya tutmakta zorlanan Netanyahu, Trump’ın Suriye’den çekilme kararı da güvenlik ve dış politika karnesinin başarısızlık hanesine yazılacaktır. Zira Netanyahu, Gazze konusundaki ‘başarısızlığından’ dolayı rakiplerinin eleştirilerine maruz kalmış ve halen İsrail-Lübnan sınırındaki Hizbullah tünellerine operasyon düzenleyerek bir başarı elde etmeye çalışmaktadır. 2019 yılında yapılacak genel seçimlere hazırlanmaya çalışan Netanyahu, Suriye cephesinde ‘olumsuz’ bir gelişmeyle karşı karşıya kalmayı istemeyecektir. Buna karşın Netanyahu karardan sonra yaptığı açıklamalarda, ‘İran’ın Suriye’deki askeri tahkimatlarına karşı hareket etmeye devam edeceğini, gereken ölçüde Suriye’de eylemlerini genişleteceğini’ söylemişti.Bu açıklamalar, her ne kadar bölgesel ve küresel aktörlere bir mesaj ve İsrail’in Suriye konusundaki pozisyonunu bir daha vurgulamaya çalışsan açıklamalar olsa da,  İsrail kamuoyuna da Netanyahu’nun kararlılığını göstermeye çalışmaktadır. İsrail, Suriye sahasından gelebilecek başlıca tehdidin İran ve İran’a bağlı milislerden kaynaklı olduğunu savunmaktadır. Bu bağlamda İsrail, Suriye sahasında ABD askeri varlığını İran’ın varlığına karşı sınırlayıcı ve caydırıcı bir unsur olarak görmektedir. Öte yandan ABD’nin Suriye denkleminden çekilmesi, İsrail’i Rusya’ya daha da muhtaç kılacak ve böylelikle İsrail’in pazarlık alanları daraltacaktır. İsrail her ne kadar son zamanlarda Rusya ile ilişkileri iyi tutmaya çalışsa da, Rusya’nın İran’ın askeri varlığını yeterince sorun etmediği kanaatindedir. Nitekim Rusya İran’ın Suriye’deki varlığını ve etki alanını sınırlamaya çalışsa da, bir arada varlık gösterebileceğini düşünmektedir. Nihayetinde Rusya, ABD’nin aksine Suriye’deki İran’la olan denklemi sıfır toplamlı oyun olarak görmemektedir. Dolaysıyla İsrail, olası bir ABD çekilmesini Suriye sahasındaki dengeleri İran’ın lehine etkileyeceğini düşünmektedir. Nitekim İsrail’in önde gelen düşünce kuruluşlarından Güvenlik Araştırmalar Merkezi’nin (İNSS) yayımladığı değerlendirmede, Trump’ın çekilme kararının İran’ın lehine olacağını ve İsrail’i yalnız bırakacağını iddia etmiştir. Bununla birlikte İsrail, ABD askerlerinin Suriye’nin kuzeyinden çekilmelerinin neticesinde oluşan boşluğu Rusya ve İran destekli Esed rejiminin tarafından doldurabileceğini ve YPG’nin de Esed rejimiyle hareket etmeyi tercih edebileceğini değerlendirmekte ve bu denge değişikliğinin İran’ın bölgesel nüfuzunu pekiştireceğini düşünmektedir. Zira daha önce ABD himayesi altında bulunan YPG, Esed rejiminin ve dolayısıyla İran’ın himayesine girmesi, Esed rejimi ve destekli güçlerin sahadaki etki alanının ve nüfuzunun genişlemesi anlamına gelecektir. Diğer yandan Türkiye’nin bir kazanım elde etmesi ve PKK/YPG’nin hayallerinin yerle bir edilme potansiyeli İsrail için olumsuz bir gelişme olduğu ortada. Türkiye ile ilişkileri gergin olan ve birçok bölgesel münasebette ayrı düşen İsrail, Türkiye’nin bölgesel nüfuzunu artıracak ve Türkiye’nin hanesine yazılacak herhangi bir adımdan rahatsız olması beklenmektedir. Arap Baharından sonra oluşan yeni dinamikler neticesinde İsrail ve Türkiye ayrı kamplara düşmüştü. Türkiye, halkların taleplerinin yanında saf tutarken, İsrail halk hareketlerinden endişe ederek karşı devrimi destekledi. İsrail, BAE ve Suudi Arabistan’ın başı çektiği ve içinde Mısır’ında bulunduğu karşı devrim kampında kendine bir yer bulmuştu. Karşı devrim kampı her ne kadar İran’ı hedef aldığını iddia etse de, Türkiye’nin bölgesel nüfuzunu sınırlamaya ve mümkün oldukça bölgenin denkleminin dışında tutmaya çalışmaktadır. Nitekim Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekatları bu kamp tarafından olumlu karşılanmamıştı. Türkiye ve İsrail arasında bölgesel meselelerdeki en önemli farklılardan birisi de ‘Kürt Meselesi’ olmuştur. 2017 yılında IKBY bağımsızlık referandumunun İsrail tarafından desteklenmesi ikili ilişkilerde bir kriz oluşmasına neden olmuştu. Aynı bağlamda Suriye’nin kuzeyinde bir PKK/YPG devletçiğinin oluşturulmasını destekleyen İsrail, gizli tutulsa da ‘Kürt Kartını’ uzun süredir mevcut devletlere karşı kullanmaktadır. Suriye’nin kuzeyinde YPG projesinin ortadan kaldırılması, İsrail’in ileriki zamanlarda onunla güçlü ilişkiler kurabileceği ve hatta Türkiye’ye karşı kullanabileceği bir aktörü kaybetmesi anlamına gelmektedir. Sonuç ABD askerlerinin Suriye’nin kuzeyinden çekilmesini ve olası sonuçlarını derin endişeyle karşılayan İsrail, kararın sonuçlarının Türkiye’nin nüfuzunu güçlendireceği, PKK/YPG projesini ortadan kaldıracağı ve Rusya-İran-Esed kampını sahada güçlendirebileceğini düşünmektedir. İsrail, değişen bu dengeler kendi lehine olmayacağından hareketle Suriye sahasında İran’a karşı yalnızlaşmasından endişelidir. Bununla birlikle İsrail, Suriye krizine müdahil olma politikasını değiştirmeyeceği beklenmektedir. Nihayetinde ABD’nin Suriye denkleminden çekilmesinin,İsrail’in İran varlığına karşı daha da agresif bir tavır ve politika benimsemesine neden olacağı kuvvetli muhtemeldir. Kaynakça: [1]The Time of Israel, ‘Departing Mattis said to cancel Israel trip, as Israel feels ‘betrayed’ on Syria’, 21 Aralık 2018https://www.timesofisrael.com/mattis-said-to-cancel-trip-to-israel-following-resignation/[2] The Time of Israel, ‘Netanyahu talks with Trump about US Syria pullout, ‘Iranian aggression’’, 20 Aralik 2018 https://www.timesofisrael.com/netanyahu-talks-with-trump-about-us-syria-pullout-iranian-aggression/[3]New York Time, ‘Israeli Leader: Trump Withdrawal From Syria Won’t Affect Us’, 23 Aralık 2018https://www.nytimes.com/aponline/2018/12/23/world/middleeast/ap-ml-israel-us-syria.html [4]INSS,‘The United States Decision to Withdraw Forces from Syria: Significance for Israel’,24 Aralık 2018http://www.inss.org.il/publication/united-states-decision-withdraw-forces-syria-significance-israel/[5]Ömer Özkizilcik, The New Turkey,  Iran and the YPG: Friends or Foes? 21 Şubat 2018 https://thenewturkey.org/iran-and-the-ypg-friends-or-foes
Suriye’de Devrim ve Enerji Jeopolitiği
Suriye’de Devrim ve Enerji Jeopolitiği Suriye, 2011 yılına kadar hammadde ihracatına dayalı, dışa bağımlı bir ekonomik profil çizmiştir. Bu hammadde ihracatının en önemli metaları ham petrol ve diğer mineral ürünleri olmuştur. Enerji kaynakları, sürdürülebilir kalkınma; sanayileşme; şehirleşme gibi konularının yanı sıra, temel ekonomik girdi olarak da ön plana çıkmaktadır. Bu bağlamda, Suriye’deki savaş sonrası duruma bakacak olursak, ülkenin sahip olduğu petrol ve gaz sahalarının büyük çoğunluğu ve önemli hidroelektrik üretim santralleri DAEŞ, PKK/PYD gibi devlet-dışı aktörlerin kontrolü altına girmiştir. Bahse konu devlet-dışı aktörler, ele geçirdikleri bu enerji kaynaklarından önemli gelirler elde ederken, rejim ekonomisi büyük yıkımlar yaşamaktadır. Rejim kaybettiği bu önemli enerji kaynaklarını yasal olmayan yollarla ikmal etme yönetimine başvurmuştur ki dışarıdan temin edilen bu kaynaklar, halihazırda zor durumda olan bütçeye daha da fazla yük olmaktadır. Tüm bu enerji kaynaklarının ve bu kaynaklara bağlı ekonomik gelirin kaybolması, ülkede kalıcı barışın tahsis edilmesinde engel teşkil etmektedir. Ülkede ve bölgede, güvenliğin ve istikrarın sağlanabilmesi için, bu kaynakların terör örgütü inisiyatifinden alınması ve bu kaynaklar sayesinde elde ettikleri gelirin de önüne geçilmesi gerekmektedir. Devrim Öncesi Suriye’de Ekonomik Durum Ülkenin devrim öncesi genel ekonomik profiline baktığımız zaman, gayri safi yurtiçi hasılasının (GSYH) 60 milyar dolar[1]civarında olduğunu ve 21 milyonluk[2]azımsanamayacak bir nüfusa sahip olduğunu görüyoruz. Belirtilen GSYH’nın yaklaşık yüzde 23’ünün tarım, 30’unun sanayi ve geriye kalan yüzde 47’lik kısmının ise hizmet sektöründen oluştuğunu görüyoruz[3]. Bu dönemde temel ihraç kalemi olarak, günlük yaklaşık 109 bin varil ham petrolü ilk sırada görmekteyiz[4]. Bahsedilen bu ham petrol ihracatı, 4 milyar dolar ile Suriye hükümet gelirlerinin yaklaşık yüzde 30’unu oluşturmaktaydı[5]. Ham petrolü, rafine edilmiş petrol ürünleri ve diğer mineral ürünleri takip etmekteydi[6]. Ham petrol ihraç edilen ülkelere baktığımızda, yüzde 90’lık kısmının Avrupa ülkelerinden oluştuğunu görmekteyiz[7]. İthal edilen ürünlere baktığımızda ise, ilk sırada makinaların ve mineral ürünlerinin geldiğini görüyoruz[8]. İthal ürünlerin menşelerini incelediğimizde yüzde 45’inin Asya, yüzde 38’inin ise Avrupa kökenli olduğunu görüyoruz. Sırasıyla Çin, Türkiye ve Güney Kore, Asya’daki en büyük ithalat partnerlerini oluştururken, İtalya, Almanya ve Rusya Federasyonu da Avrupa’daki en önemli ithalat partnerleri olarak öne çıkmaktadır[9]. Çin, Güney Kore ve Almanya, Suriye’nin makina ve ulaşım aracı ithal ettiğini başlıca ülkelerdir[10]. Sanayisinin yüzde 30’larda seyrettiği, ekonomik katma değerinin büyük kısmını hizmet sektörünün oluşturduğu bir ülkede, hammadde ihracatı ve makina ithalatı yapılıyor olması, ekseriyetle  karşımıza çıkan bir husustur.  Bu tip ülkeler, dışa bağımlı, üretimi ve üretimin katma değeri düşük seviyelerde seyreden ülkelerdir. Devrim Sonrası Enerji Kaynaklarının Statüsü Suriye’deki ayaklanmanın başlamasından sonra, Esed rejimi önemli topraklar ve kaynaklar kaybetmiş, ülke bölünmeye başlamış, farklı devlet-dışı aktörler tahaddüs etmiştir (DAEŞ, YPG/PKK, Muhalifler). Bu devlet dışı aktörler, ülkenin farklı bölgelerinin kontrolünü ele geçirmiş ve geriye kalan topraklar ise Esed rejiminin hakimiyetinde kalmıştır. İlk zamanlarda, muhalifler geniş bir kontrol alanına sahip olsalar da, 2015 yılında DAEŞ, zengin enerji kaynaklarına sahip bu kontrol alanlarının birçoğunu ve ötesini ele geçirmiştir[11]. İçlerinde zengin petrol ve doğalgaz yataklarını barındıran Deyr Ez Zor, Haseke, Humus ve Rakka bölgelerini bulunduran bu alanlar, ülkenin enerji kaynaklarının yaklaşık yüzde 65-70’ine tekabül etmektedir[12]. Devrim öncesi 2010 yılına bakıldığında, 27.67 milyon ton petrol eşdeğeri (Mtoe) olarak gerçekleşen rejimin toplam enerji üretimi, 2015 yılı sonrası yalnızca 4.68 Mtoe olarak gerçekleşmiştir[13]. Toplam elektrik üretimi ise 44 milyar kilowatt saat (kWh) iken, 2015 yılında 17 milyar kWh’e düşmüştür[14]. Toplam petrol üretimi verilerine baktığımız zamanda 2010 yılında günlük yaklaşık 416 bin varil iken, 2015 yılında günlük yaklaşık 35 bin varile düşmüştür[15]. Bu gerçeğin doğal bir sonucu olarak da rejim, günlük 139 bin varil olan petrol tüketimini karşılayamadığından mütevellit, petrol ithal eder bir hale gelmiştir[16]. Buna ilaveten, günlük 8.8 milyar  m³olan doğalgaz üretiminin ise 4.3 milyar  m³’e düştüğünü görüyoruz[17]. Esed rejimini, yukarıda açıklanan, devrim öncesi haiz olduğu enerji kaynaklarının ve üretim kapasitesinin büyük çoğunluğu, 2015 yılında DAEŞ’in eline geçmiştir. Ortaya konulan bu aradaki üretim değerlerinin farkı, YPG’nin kontrolünde olan, savaştan dolayı zarar gören ve kullanımdan çıkan tesisler haricinde, DAEŞ’in o dönemde sahip olduğu üretiminin yaklaşık değerleridir. DAEŞ’in etkin olduğu o yıllarda, kontrol ettiği enerji kaynakları muvacehesinde elde ettiği geliri resmi veriler ile ortaya koyamasakta, 2015 yılında ortalama 53,60 dolardan işlem gören brent petrolün fiyatını baz alırsak[18], en az 300 bin varillik ihracat kapasitesi ile yaklaşık 6 milyar dolar (53,60×300.000×365) gelir elde edebilecek potansiyeli olduğunu söyleyebiliriz. Dahası, yaklaşık 4,5 milyar m³’lük doğalgaz üretim kapasitesinin ise, DAEŞ’in eline geçtiğini görüyoruz ki dönemin Henry Hub doğalgaz fiyatı olan 2.62 doları baz alırsak[19]yaklaşık 421 milyon dolarlık da (2,62×160593066) doğalgaz geliri elde edebileceğini görüyoruz. Bunlara ek olarak DAEŞ, ülkenin sahip olduğu en önemli su kaynağı olan Fırat Nehri’ni ve 1,5 milyon kilowatt’lık üretim kapasitesine sahip, hidroelektrik enerji üretimi yapan üç adet barajı da (Baath Barajı, Tabka Barajı ve Teşrin Barajı) kontrolü altında bulundurmaktaydı[20]. 2016 yılından itibaren günümüze kadar olan süreçte ise, bu alanların büyük çoğunluğunu, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından desteklen YPG/PKK güçleri peyderpey ele geçirmiştir. Bir zamanlar DAEŞ’in sahip olduğu su ve enerji kaynakları ile üretim ve ihraç potansiyelinin neredeyse tamamı, artık YPG/PKK güçlerinin inisiyatifi altına girmiştir. Her ne kadar bu el değişimi sonucunda rejim birkaç sahayı kontrolü altına almayı başarmış olsa da bu değişimden en karlı çıkan YPG/PKK olmuştur. Bahse konu sahaları daha detaylı inceleyecek olursak, YPG/PKK güçleri Konoko doğalgaz tesisi, Rakka ve Haseke bölgelerindeki petrol sahalarına ek olarak, Deyr Ez Zor bölgesinin doğusunda bulunan, başta El-Ömer olmak üzere 10’un üzerinde petrol ve gas sahasına haizken, Esed rejimi Deyr Ez Zor’un batısında kalan bazı petrol sahalarını, Humus’taki Şaar petrol ve gaz sahalarını ve Cahar doğalgaz sahasını kontrolü altında bulundurmaktadır[21]. DAEŞ’in elinde ise yalnızca Deyr Ez Zor bölgesinin güneyinde, Elbu-Kemal kentine yakın alanda, bulunan birkaç petrol sahası ile birlikte Doubayat petrol sahası kalmıştır[22]. Elektrik üretimi husunda ise, ülkenin sahip olduğu 1.5 milyon kilowatt’lık hidroelektrik üretim kapasitesinin YPG/PKK’nın kontrolüne girdiğini görüyoruz. Özetle, 2015 yılında DAEŞ’in sahip olduğu yaklaşık 6 milyar dolarlık petrol ve 420 milyon dolarlık doğalgaz ihracatı potansiyelinin, mevcut brent petrol ortalama fiyatı baz alınarak (73,10 dolar)[23]yeniden hesaplandığında 8 milyar dolar (73,10x300000x365) olduğunu ve  mevcut Henry Hub doğalgaz fiyatı baz alınarak (3,04)[24]tekrardan hesaplanan yaklaşık 490 milyon dolar (3,04×160593066) olan gaz ihracatı potansiyelinin büyük çoğunluğunun, YPG’nin kontrolü altına girdiğini görüyoruz. Bu miktarlar, devlet-dışı bu aktörler için oldukça fazla miktarlardır ki bu güçleri destekleyen ülkelerin de bu gelirlerden paylarını aldıkları kuvvetle muhtemeldir. Lakin belirtilen bu meblalar tahmini olup, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından 29 Mart 2017 tarihinde tamamlanan “Fırat Kalkanı Operasyonu”[25]ve 20 Ocak 2018’de başlatılan “Zeytin Dalı Harekatı”[26]ile Fırat Nehri’nin batısından Akdeniz’e açılacak ticaret yolunun önü kesilmiş, belirtilen bu gelir potansiyellerine önemli darbeler vurulmuş ve gelecekte Akdeniz ticareti vasıtasıyla arttırılma hedeflerinin de önü kesilmiştir. Özetle, Esed rejimi başta DAEŞ’e daha sonrasında da YPG’ye, en önemli enerji ve su kaynaklarını ve elektrik ürettiği hidroelektrik santrallerini kaybetmiştir. Her ne kadar önemli termik santralleri ve rafinerileri muhafaza etmeyi başarmışsa da, bu santrallerde yakıt olarak değerlendirilecek veya rafinerilerde işlenecek doğal kaynak çıkarım sahalarını önemli ölçüde yitirmiştir. Günümüzde kaybettiği bu enerji kaynaklarını ve düşen elektrik üretimini çoğunlukla gayrı-resmi yollardan ithalat vasıtasıyla ikame etme yoluna gitmiştir. Bu enerji kaybı ağırlıkla İran’dan ve YPG gibi örgütlerden aktörlerden karşılanmıştır. Resmi yollardan yapılan enerji ithalatına dair veri bulunmazken, gayrı-resmi verilere göre, İran’dan yapılan bu ithalat günlük ekim ayında 100 bin varili geçerken, Ağustos ve Eylül aylarında ortalama 47 bin varil civarında gerçekleşmiştir[27]. Rejim hem günlük ekonomisinde, hem de tank ve jet yakıtı olarak savaş ekonomisinde bu ham petrollerden yararlanmış ve halen daha yararlanmaktadır[28]. Bunlara ek olarak, rejim ile YPG arasında daha önce yapılan Haseke petrolleri üzerine ortaklık anlaşması da rejimin devlet-dışı aktörlerden yaptığı ikameyi göstermektedir[29]. Sonuç Ezcümle, Suriyelilerin kendi öz kaynakları ile yeniden inşa sürecinin içine girmeleri terör örgütünün inisiyatifine terk edilmiş durumdadır.  Bu bilgiler ışığında iç savaşın başlangıcından bugüne, enerji ve su kaynakları bağlamında rejimin ahvalinin iyi olmadığını ve yakın gelecekte ise, ülkenin kalkınmasında, gelişmesinde ve hatta varolmasında mihenk taşı olabilecek ve YPG’nin kontrolü altında olan bu enerji kaynaklarının statüsünün değişmesinin önemli olduğu görülmektedir. Dolayısıyla, bahse konu geniş enerji kaynakları ve bu kaynaklar muvacehesinde elde edilen yüksek meblalar, terör örgütü inisiyatifinden alınmadığı müddetçe, Suriye’de kalıcı barışın tahsis edilmesi, ülkenin kalkınması ve aynı zamanda bölgede güvenliğin sağlanması mümkün görünmemektedir. Mehmet Çağatay Güler   Kaynakça: [1]Statista, “Nominal gross domestic product (GDP) in Syria from 2008 to 2015 (in billion U.S. dollars)”, Statista Inc, www.statista.com/statistics/742532/gdp-in-syria/ (ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 17.11.2018][2]The World Bank, “Syrian Arab Republic/ Total Population”, The World Bank Indicator, data.worldbank.org/indicator/SP.POP.TOTL?locations=SY(ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 17.11.2018][3]FAO, The Statistical Yearbook of 2013: World Food and Agriculture,Food and Agriculture Organization of the United States, Rome  2013: 32[4]OEC, “What does Syria export? (2010)”, The Observatory of Economic Complexity, atlas.media.mit.edu/en/visualize/tree_map/hs92/export/syr/all/show/2010/(ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 18.11.2018][5]EIA, “Today in Energy”, Energy Information Agency, 16 Eylül 2011, www.eia.gov/todayinenergy/detail.php?id=3110 [erişim tarihi 12.11.2018] (ingilizce kaynak)[6]OEC, “What does Syria export? (2010)”, The Observatory of Economic Complexity, atlas.media.mit.edu/en/visualize/tree_map/hs92/export/syr/all/show/2010/ (ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 18.11.2018][7]EIA, age.[8]OEC, “What does Syria import? (2010)”, The Observatory of Economic Complexity, atlas.media.mit.edu/en/visualize/tree_map/hs92/import/syr/all/show/2010/ (ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 20 Kasım 2018][9]OEC, “ Where does Syria import from? (2010)”, The Observatory of Economic Complexity, https://atlas.media.mit.edu/en/visualize/tree_map/hs92/import/syr/show/all/2010/  (ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 20 Kasım 2018][10]Age.[11]Suriyegündemi, “2013 – 2018 Yılları Arasında Suriye’nin Kuzeyinde Yaşanan Değişim”, 14 Kas 2018, www.suriyegundemi.com/2018/11/14/2013-2018-yillari-arasinda-suriyenin-kuzeyinde-yasanan-degisim/ [erişim tarihi 20.11.2018][12]AA, “Suriye’deki enerji kaynaklarının ne kadarı PYD’nin elinde?”, Anadolu Ajansı, 09.02.2018, www.ntv.com.tr/dunya/suriyedeki-enerji-kaynaklarinin-ne-kadari-pydnin-elinde,YeFYqGOsp0-lE7YcMcWCdA [erişim tarihi 09.11.2018][13]IEA, “Syrian Arab Republic:Indicators for 2010”, International Energy Agecy, www.iea.org/classicstats/statisticssearch/report/?country=SYRIA&product=indicators&year=2010(ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 15.11.2018] ve EIA, “Syrian Arab Republic:Indicators for 2015”, International Energy Agecy, www.iea.org/classicstats/statisticssearch/report/?country=SYRIA&product=indicators&year=2015(ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 15.11.2018][14]EIA,”Total Electricity Net Generation 2010”, International Energy Statistics, Energy Information Agency, https://www.eia.gov/beta/international/rankings/#?prodact=2-12&cy=2010&pid=2&aid=12&tl_id=12-A&tl_type=a [erişim tarihi 15.11.2018] (ingilizce kaynak) ve EIA, “Energy Source/Electricty/Syria”, International Energy Statistics, Energy Information Agency, www.eia.gov/beta/international/(ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 15.11.2018][15]EIA, “Total Petroleum and Other Liquids Production 2010”, International Energy Statistics, Energy Information Agency, www.eia.gov/beta/international/rankings/#?prodact=53-1&cy=2010&pid=53&aid=1&tl_id=1-A&tl_type=/(ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 15.11.2018] ve EIA, “Total Petroleum and Other Liquids Production 2015”, International Energy Statistics, Energy Information Agency, www.eia.gov/beta/international/rankings/#?prodact=2-7&cy=2015&tl_id=5-A / (ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 15.11.2018][16]EIA, “Total Petroleum Consumption 2015”, International Energy Statistics, Energy Information Agency, www.eia.gov/beta/international/rankings/#?prodact=2-7&cy=2015&tl_id=5-A&aid=2&pid=5[erişim tarihi /(ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 15.11.2018][17]EIA, “Dry Natural Gas Production 2010”, International Energy Statistics, Energy information Agency, www.eia.gov/beta/international/rankings/#?prodact=26-1&cy=2010&pid=3&tl_type=a&ug=8 / (ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 19.11.2018] ve EIA, “Dry Natural Gas Production 2015”, International Energy Statistics, Energy information Agency, www.eia.gov/beta/international/rankings/#?prodact=26-1&cy=2015&pid=26&tl_type=a&ug=8 / (ingilizce kaynak)  [erişim tarihi 19.11.2018][18]Fusion Media, “Brent Petrol Vadeli İşlemleri Geçmiş Verileri”, tr.investing.com/commodities/brent-oil-historical-data (ingilizce kaynak)   [erişim tarihi 20.11.2018][19]Macrotrends, “Henry Hub Natural Gas Spot Price – Historical Annual Data”, Natural Gas Prices – Historical Chart, www.macrotrends.net/2478/natural-gas-prices-historical-chart (ingilizce kaynak)   [erişim tarihi 20.11.2018][20]World Energy Council, “Hydropower in Syria”, www.worldenergy.org/data/resources/[erişim tarihi 20.11.2018](ingilizce kaynak) ve Tobias von Lossow, “Water as Weapon: IS on the Euphrates and Tigris”,Stiftung Wissenschaft und Politik (German Institute for International and Security Affairs), 2016: 5 (ingilizce kaynak), ayrıca bkz: Power Plants/Hydro/Syrian Arab Republic, globalenergyobservatory.org/select.php?tgl=Edit (ingilizce kaynak) [erişim tarihi 12.11.2018][21]Suriyegündemi, “Suriye’deki Petrol/Gaz Kuyuları ve Rafineriler”, 23 Kasım 2018, www.suriyegundemi.com/2018/11/23/suriyedeki-petrol-gaz-kuyulari-ve-rafineriler/ [erişim tarihi 26.11.2018], ayrıca bkz: AA, “Suriye’deki enerji kaynaklarının ne kadarı PYD’nin elinde?”, Anadolu Ajansı, 09.02.2018, www.ntv.com.tr/dunya/suriyedeki-enerji-kaynaklarinin-ne-kadari-pydnin-elinde,YeFYqGOsp0-lE7YcMcWCdA [erişim tarihi 20.11.2018][22]Suriyegündemi, age.[23]Fusion Media, age.[24]Macrotrends, age.[25]BBC, “Başbakan Yıldırım: Fırat Kalkanı Harekâtı bitmiştir”, BBC|Türkçe, 30 Mar 2017, www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-39439339 [erişim tarihi 17.11.2018][26]CNN TÜRK, “Zeytin Dalı Harekatı nedir? Cumhurbaşkanlığı yanıtladı”,  CNN TÜRK, 28 Ocak 2018, www.cnnturk.com/turkiye/zeytin-dali-harekati-nedir-cumhurbaskanligi-yanitladi?page=1 [erişim tarihi 17.11.2018][27]Aime Williams vd., “US claims Russian groups helped funnel Iran oil to Syria”, Financial Times, 20 Kas 2018, www.ft.com/content/b86ab54e-ece8-11e8-8180-9cf212677a57 (ingilizce kaynak) [erişim tarihi 21.11.2018][28]Age.[29]AA, age.
YPG/PKK Tehdidini Türkiye Bakışından Anlamlandırmak Furkan Halit Yolcu  
YPG/PKK Tehdidini Türkiye Bakışından Anlamlandırmak Direnişçi ve terörist yapıların devletlere karşı oluşturduğu tehdidi anlamlandırmak için kullanılan birçok metot vardır. Bu çalışma kapsamında en kullanışlı olabilecek yaklaşımlardan birisi bu tarz yapıların oluşturduğu tehdidi anlamlandırmak için onları ideolojik köken, kapasite ve lojistik açısından incelemektir. Modern devletlerin bekalarını toprak bütünlüğü ve egemenlik olmak üzere iki içgüdüsel savunma mekanizmasına dayandırdığı bilinmektedir. Bu analiz esasen YPG/PKK’nın Türkiye toprak bütünlüğü ve egemenliğine neden ve nasıl fiili tehdit oluşturduğunu ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır.  YPG/PKK’nın “Megali İdeası”   Öcalan’ın PKK’nın ideolojisini temellendirdiği “Kürdistan Devriminin Yolu- Manifesto” kitabında, bu terör örgütünün elde etmek istediği kazanımlar tanımlanmıştır. Kitapta bu kazanımlara giden yolun ise Kürt halkının düşmanlaştırılan devletlere karşı organize bir şekilde şiddet kullanması olduğu iddia edilmektedir. Öcalan’ın ideoloji tartışmasında düşmanlaştırılan devletler ise PKK ideologlarına göre “Kürt Mirasını” sömüren Türkiye, İran, Irak ve Suriye’dir. PKK’nınkinde olduğu gibi her ideoloji vaat edilen kazanımlar, tavsiye edilen metotlarla sağlandığında neye ulaşılacağını gösteren bir “mükemmel gelecek tasviri”ne veya ütopyaya sahiptir. Öcalan ve YPG/PKK bahsinde ise bu ütopya sosyalist ve Marksist değerler üzerine inşa edilecek olan “Demokratik Kürt Devleti”dir. Ayrıca her mükemmel tasvir yanında bir de topraksal bir (hayali) tasvir taşır ve bu Öcalan/PKK’nın durumunda daha önce bahsi geçen dört devletten kesinlikle bir parça barındıran büyük Kürt vatanıdır. Bu ideolojik programın pratik tasviri ise her ülkeden bir konfederasyonu içeren bir “Kürdistan Birleşik Devletleri”dir. Türkiye’nin Irak ve Suriye’de faal olan YPG/PKK’yı tehdit olarak algılamasının en temel sebeplerinden birisi budur. YPG/PKK ve bu terör örgütünün branşları tarafından siyasi sınırların varlığına rağmen kendi mükemmel tasvirlerine ulaşmak amacıyla atılan adımlar bu rasyonel ulus devletler tarafından toprak kaybı tehdidi olarak anlamlandırılmaktadır. Sınırlarını uzun vadede kaybedilebilecek kazanımlara bakmaksızın korumak üzere dizayn edilmiş bu ulus devletlerin bu tarz terör örgütlerini stratejik tehdit olarak algılaması rasyonel davranmanın bir gereğidir.    Bu durum YPG/PKK’nın Irak ve Suriye’deki varlığının Türkiye’ye neden tehdit oluşturduğunu anlamlandırmayı kolaylaştırmaktadır. Sadece sahip olunan ideoloji ve topraksal tasvir bile Türkiye’nin toprak bütünlüğüne tehdit oluşturduğundan dolayı YPG/PKK silah bıraksa bile Türkiye için rasyonel olan bu ideolojinin olabildiğince yalıtılması ve sönümlenmesidir.  Tehdit-Kapasite İlişkisi  Devletler ortada gerçekten güç kullanabilecek kapasiteye sahip bir yapılanma olmadan kendi kendilerine tehdit altında hissetmezler. PKK’nın militan sayısının 6000 civarında olduğu ve bu grubun üçte birinin Türkiye toprakları içerisinde terör saldırılarını planlamak ve gerçekleştirmek üzere bulunduğu iddia edilmektedir. Konu YPG/PKK olduğunda ise rakamlar çok daha yüksektir. İddialara ve bazı araştırmalara göre YPG/PKK’nın Suriye sınırına yakın bölgelerde 30.000’den fazla militanı mevcuttur. YPG’nin Deyr ez-Zor’daki faaliyetleri de hesaba katıldığında YPG/PKK’nın toplam sahip olduğu militan sayısının ise 50.000’den fazla olduğu düşünülmektedir.  Ayrıca YPG’ye teslim edilen anti-tank, omuzdan atılan silah sistemleri ve birçok patlayıcı maddenin daha sonra PKK’ya yönelik operasyonlarda ele geçirildiği ve bu geçişin Mardin ve Diyarbakır’daki tüneller vasıtasıyla yapıldığı ortaya çıkmıştır. Bu konudaki güçlü kanıtlardan birisi de Türk Silahlı Kuvvetleri ile PKK militanları arasında yaşanan çatışmalar süresince Mardin’in Nusaybin ilçesinde Suriye’ye açılan tüneller olduğunun tespit edilmesidir. Bu sınır ilçesinde PKK’nın çeşitli malzemeler ve askeri ekipmanları Suriye’ye kaçırdığı ve Suriye’den de bu tür unsurları bu ilçeye geçirdiği açıklanmıştır. Bu gelişmeler Türk Silahlı Kuvvetleri’nin  YPG/PKK’nın bütüncül bir anlayışla imha edilmesinde kazandığı kararlılığının da en temel gerekçesidir.  Halk destekli akımlar söz konusu olduğunda devletleri endişelendiren tek şey militan sayısı değil bu örgütlerin gerçekleştirdiği savaşlara olan popüler destektir. Türkiye demografik mozaiğinin 13 milyonluk kısmının Kürt kökenli vatandaşlar tarafından oluştuğu bilinmektedir. Bu da Türkiye’nin belirli bir amaç doğrultusunda Kürt halkını mobilize etme metodunu kullanan terör örgütlerine ve ideolojilerine karşı reaktif davranmasının esas sebebidir. Bu noktada, Türkiye topraklarında yaşayan Kürk kökenli vatandaşlar denklemin ana parçası haline gelmektedir. YPG/PKK’nın ortaya koyduğu ideolojik program genel itibariyle daha kapsamlı bir sosyal akım oluşturmak adına halkı mobilize etmeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda Öcalan Türkiye sınırlarına riayet ederek çeşitli reformlar talep eden Kürtleri “dava”ya ihanet eden “mürted” insanlar olarak tanımlamıştır. Bütün anti-statükocu ideolojilerde olduğu gibi YPG/PKK’nın ideolojisi de Kürt halkını dikotomik sınırlara hapseden bir değişim çabası içerisindedir. YPG/PKK’nın ideolojik tasavvuruna göre dünyadaki bütün Kürtler ya “dava”yı destekleyici ya da ihanet edici tavırlar içerisindedir ve bunun dışında bir şansları yoktur. Elbette bu çok sık kullanılan ve çerçeveleme olarak adlandırılan bir propaganda yapım tekniğidir. Bu nedenle hem insan gücü hem de etki alanı bakımından YPG/PKK, de facto stratejik tehdit olarak tanımlanabilecek bir potansiyele sahiptir.  Güvenlikte Yakınlık İlkesi Bir tehdidin “stratejik” olarak tanımlanması temel bazı şartlar ve bir tür algılama süreci gerektirmektedir. YPG/PKK’nın Türkiye’nin Irak-Suriye sınırında 5000 ve Yeni Zellanda’da 50000 militanı olduğunu varsayalım. Rasyonel devlet davranışı olarak tanımlanabilecek olan bir dış politika, diğer tehditler daha yüksek bir potansiyele sahip olsa bile en öncelikli tehdidin belirlenip buna yönelik daha acil çözümler üretilmesi gerektiğini savunur. Bu duruma devlet güvenliğinde yakınlık ilkesi denir ve genellikle çatışma stratejisi olarak isabetli bir yöntem olduğu iddia edilir.  YPG/PKK militan kümelenmelerinin Türkiye-Suriye sınırında olması bu terör örgütünün ekonomik zayıflama, Suriye iç savaşı vb.’den daha öncelikli hatta en öncelikli tehdit olarak algılanmasının da en temel sebebidir. Örneğin, YPG/PKK’nın 15 Temmuz başarısız darbe girişiminin gerçekleştiği gece ülke sınırlarını tecavüz etme planları olduğu iddia edilmiştir. Sadece bu yönde iddiaların oluşması dahi YPG/PKK’nın karar alıcıların zihninde Türkiye’nin toprak bütünlüğüne fiili bir tehdit oluşturduğunun kanıtıdır. YPG/PKK’yı varlıksal olarak stratejik bir tehdit olarak algılamak Türkiye devleti karar alıcıları için rasyonel olan politika şeklidir. Bu durum aynı zamanda Türkiye’nin YPG/PKK tarafından Suriye sınırında likit bir stratejik tehdit oluşturacak 30.000 kişilik bir askeri kümelenme oluşturma planını bertaraf ettiği Zeytin Dalı Harekâtı’nın da temel sebebidir.  Bu bilgiler ışığında Türkiye’nin bakışından YPG/PKK’nın bir stratejik tehdit oluşturması teorik ve pratik anlamda gerçekçi çıkarımlara dayandığı anlaşılmaktadır. YPG/PKK’nın Türkiye toprak bütünlüğüne aykırılıklar içeren bir “Megali İdea”ya sahip olması bu çatışmanın en önemli kaynağıdır. Bunun yanında terör örgütünün sahip olduğu insan gücü ve popüler destek ile birlikte devlete ve sahip olduklarına zarar verme potansiyeli de bu örgütü bir tehdit haline getirmektedir. Son olarak bu örgütün “sömürgeci” olarak tanımladığı yukarıda bahsi geçen Türkiye dahil dört ülkenin sınırında yer alması da önemli sebeplerden birisidir. Bir devletin yakınında gelişen ve bu devletin sahip olduğu araçlara zarar verme potansiyeli olan bütün yapılar için geçerli olmak kaydıyla YPG/PKK Türkiye için her zaman bir stratejik tehdit oluşturmuş ve imha edilene kadar da oluşturmaya devam edecektir.     
El Safa Volkanik Arazisinde DAEŞ-Rejim Savaşı Kutluhan Görücü  
El Safa Volkanik Arazisinde DAEŞ-Rejim Savaşı 2017 yılında Rusya ve İran destekli Esed rejiminin Humus doğusundan başlayarak Deyr ez Zor’a uzanan DAEŞ’e yönelik operasyonları sonrasında DAEŞ kent merkezlerindeki varlığını kaybederek kırsal/çöl arazilerinde varlık göstermeye ve bu bölgeleri tahkim etmeye başladı. Suriye sahasında kontrol arazilerinde DAEŞ varlığı birtakım noktalarda gösterilmese de DAEŞ’in bu bölgelerdeki varlığı sürmeye ve bu alanlardan rejim veya İran destekli Şii milislere yönelik saldırılar gerçekleştirmeye devam ediyordu. Bu anlamda DAEŞ’in Şam, Humus ve Suveyda kırsalında varlık gösterdiği biliniyordu. Geçtiğimiz aylarda DAEŞ’in Deyr ez Zor kırsalı dışında kontrol ettiği son bölge olan Dera’nın güneybatısının da rejim kontrolüne geçmesi ile birlikte bölgeden tahliye edilen DAEŞ unsurları Suveyda ve Şam kırsallarına geçti. Ardından bu bölgelerde de rejim ve destekçilerine yönelik saldırılarını arttırdı. Özellikle Suveyda şehrinin merkezinde Dürzi topluluğun hedef alınması ve Dürzi kadın ve çocukların esir alınarak kaçırılması rejimi kapsamlı bir operasyona götürdü. Bu süreç DAEŞ’in bölgede gerileyerek el Safa volkanik arazisine kadar çekilmesi ile sonuçlandı. El Safa bölgesindeki arazi şartları zırhlı araçların içerilere kadar girememesine neden olunca DAEŞ’in bölgedeki yaşam süresi uzadı ve rejimin her ilerleme girişimi büyük kayıplarla sonuçlandı. DAEŞ’in haftalık yayın organı el Nebe gazetesinin 148. Sayısı 26 Eylül’de yayımlanmış ve son 2 ay içerisinde Suveyda bölgesinde 500 rejim unsurunun DAEŞ tarafından öldürüldüğü veya yaralandığı, 6 tank ve 13 muhtelif askeri aracın imha edildiği iddia edilmişti. Özellikle bir ayı geçen bir süredir el Safa bölgesinde konuşlanan DAEŞ’in bu bölgede nasıl yaşam sürdürdüğü üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Suriye sahası haritalarına baktığımızda tam kuşatma altında olduğunu düşünülmesi gereken arazide DAEŞ’in besin ve mühimmat ihtiyaçlarını uzun bir süredir nasıl karşıladığı incelenmesi gereken bir konudur. Bu noktada rejim unsurlarının bölgeyi tam bir kuşatma altına alamadığı veya almak istemediği ve Humus veya Şam kırsalından DAEŞ’in destek almasına engel olamadığı ortaya çıkmaktadır. Nitekim DAEŞ unsurları gerçekleştirdikleri saldırılara ilişkin günlük olmasa da birkaç günlük veya haftalık olarak Amaq üzerinden yayın yapabilmektedir. Amaq üzerinden yapılan yayınların rejimin kayıplarını açıklaması üzerine inşa edilmesi de ayrı bir seçenek olarak görülmelidir. Diğer bölgelere nazaran Suveyda’dan son aylarda sağlıklı bir şekilde haber akışının olmadığı bilinen bir gerçek. Bir diğer ihtimal ise DAEŞ unsurlarının bölgede yaygın olarak faaliyet gösterdiği dönemde el Safa bölgesini bir üs olarak kullanması ve alana bol miktarda mühimmat ve besin kaynağı stoğu gerçekleştirmesi ile mümkün olabileceği söylenebilir. Elbette bu iki ihtimalin birlikte gerçekleşmiş olması da muhtemeldir. DAEŞ’in hem bölgede üslendiği ve uzun süredir stok gerçekleştirdiği hem de Humus ve Şam kırsallarındaki DAEŞ varlığı ile iletişim ve koordinasyon içerisinde olduğu söylenebilir. Dürzi esirlerle ilgili yayınlanan videoda bölge kaynaklarının video mekanının Humus kırsalında olduğunu belirtmesi lojistik iletişim ihtimalini güçlü kılmaktadır. Sonuç olarak rejim unsurlarının ilerleme girişimlerinde oldukça zorlandığı el Safa bölgesinde eğer DAEŞ mühimmat ve besin kaynaklarını sağlıklı bir biçimde temin etmeye devam ederse rejimin bölgeyi ele geçirmesi kısa vadede gerçekleşmeyebilir. Nitekim rejim unsurları içerisinde bu anlamda bir harekatı icra edebilecek elit birliklerin yetersiz olduğu ve savaşma motivasyonlarının da düşük olduğu söylenebilir. Buna karşın DAEŞ’in bölgedeki keskin nişancılarının savaş içerisindeki yüksek performansını hem rejim hem de DAEŞ kaynakları teyit etmektedir.  Bölge kaynaklarının aktardığına göre DAEŞ, 36 saat içerisinde el Safa cephesine operasyonların devam etmesi ve esirlerinin tahliye edilmemesi halinde esir aldığı Dürzi esirleri infaz edeceğini belirtti ve tehditinin gerçekliğini göstermek adına bir esiri daha infaz etti. DAEŞ’in elindeki esirlerin aileleri ise Suveyda valilik binası önünde protesto ve eylemlerine devam ediyor. Ailelerin baskısıyla beraber önümüzdeki saatler DAEŞ ile rejim arasında müzakerelere sahne olabilir. Öte yandan Dürzi liderlerin Rusya’dan bu konuda yardım talep etmesi daha önce görülmüştü, yeniden görülebilir.
Soçi Zirvesi Sonrası İdlib’in Kaderi, Suriye’nin Geleceği
Soçi Zirvesi Sonrası İdlib’in Kaderi, Suriye’nin Geleceği Suriye’de Esed rejimi ve müttefikleri uzun bir süredir İdlib’in etrafına askeri yığınak yaparak kente kapsamlı bir askeri harekât düzenlemek üzere teyakkuz halinde beklerken, Türkiye ise yaklaşık 3,5 milyon sivilin yaşadığı bölgeyi muhafaza etmek için yoğun çaba sarf ediyordu. Rusya, İdlib mücavirindeki Cisr Şuğr ve Kuzey Hama gibi bölgeleri havadan bombalamaya başlayıp bir yandan da Türkiye’ye baskı yaparak TSK’nın konuşlu olduğu on iki askeri noktadan geri çekilmesini ve harekâta olanak sağlayacak saha koşullarını sağlama çabasındaydı. Rejim, Rusya ve İran, Doğu Guta, Dera, Kuzey Humus ve Kuneytra dahil olmak üzere muhalif unsurları askeri olarak elimine etmeyi başardıktan sonra İdlib’i de hedef alıp muhalifleri tamamen topraksızlaştırmak ve yedi yılı aşkın süredir devam eden Suriye iç savaşını (ABD/PKK bölgesini bir kenarda tuttuğumuzda) Esed rejimi lehine sonlandırmak amacıyla hareket ediyorlardı. Astana süreci kapsamında Erdoğan, Putin ve Ruhani’nin katılımıyla gerçekleşen Tahran Zirvesi İdlib için bu bağlamda son şans olarak görülürken buradan da bir sonuç çıkmaması bölgeye yönelik her biri birbirinden daha kötü birçok senaryonun konuşulmasını beraberinde getirdi. Yaşanan tüm gelişmeler İdlib için büyük bir insani krize kapı aralamıştı.Ancak hem Suriye’nin geleceği hem de Türkiye’nin ulusal güvenliği için büyük tehdit oluşturabilecek böyle bir askeri harekâta Türkiye’nin göz yumması beklenmiyordu ve öyle de oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan İdlib meselesinde ciddi bir kararlılık göstererek meseleyi özel olarak sahiplenirkenTSK’nın Rus ordusunun tüm itirazlarına rağmen İdlib’in etrafında kurduğu on iki askeri noktayı -tankları da içeren ağır silahlar ile- tahkim etmesi sahadakigerçekliği değiştirmeye başladı. Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan olası bir askeri harekâtın Astana sürecini tamamen bitireceğini ve siyasal barış sürecinin yerine yeni bir denklemin oluşacağını açıkça belirtirken Türkiye’nin sert çıkışı ve sahadaki eylemleri Rusya’nın hareket tarzını etkileyerek Erdoğan ve Putin’in Soçi’de yeniden bir araya gelmesini sağladı. ABD/İngiltere/Fransa gibi ülkelerin mevcut konjonktürden yararlanma çabaları ve İdlib’e yönelik Türkiye’nin girişimleriyle oluşan uluslararası kamuoyu da Rusya’nın pozisyonunu baskı altına aldı.Nihayetinde Soçi’de gerçekleşen liderler ve heyetler arası görüşmeler neticesinde Rusya daha önceki iddia ve taleplerinde Türkiye lehine olacak şekilde ciddi bir revizyona gidip İdlib’e yönelik uzun süredir hazırlıkları yapılan askeri harekatı tamamen sonlandırmak durumunda kaldı. Soçi’de heyetler arası görüşmelerin ardından teknik ayrıntıları daha sonra belirlenmek üzere İdlib’deki çatışmazlık bölgesini güçlendirecek ve olası çatışmaların önüne geçecek şekilde tüm temas hatları boyunca 15–20 kilometrelik bir alanda tampon bölge oluşturulması kararı alındı. Buna göre TSK ve Rus ordusuna bağlı güçler bu bölgede askeri varlıklarını artırıp kara ve hava unsurlarıyla devriye görevi görecekken bölge tüm radikal unsurlardan arındırılıp silahsızlandırılacak. Bununla birlikte silahsızlandırılmışbölgelerdeki Suriyemuhalefeti ve rejim güçlerinin kontrol alanları vevarlığı korunacak ve ikitaraflı olarak ağır silahlar cephe hattından çekilecek. Varılan mutabakat bağlamında stratejik öneme sahip M4 ve M5 otoyolları güven altına alınıp tekrar ulaşım ve ticaret için açılacak. Lazkiye ve Şam’ı Halep’e bağlanan M4 ve M5 otoyolları Suriye ekonomisi için büyük önem arz ederken Türkiye açısından da önemli fırsatlar sağlayacak. Türkiye ve Rusya’nın sorumluluklarıElbette Soçi anlaşmasının taraflara yüklediği önemli sorumluluklar da söz konusu. Bu bağlamda Rusya sahadaki rejim güçleri ve Şii milisleri kontrol altına almak durumundayken Türkiye ise kısa vadede Heyet Tahriru’şŞam (HTŞ) ve iltisaklı radikal yapılanmaların tampon bölgeden geri çekilmesini sağlamak, orta vadede ise bölgeye düzenlenmek istenen askeri harekatlara meşru bir zemin oluşturmak için araçsallaştırılan bu grupların varlığına yönelik çözüm üretmek zorunda. Dolayısıyla Türkiye açısından HTŞ meselesini yönetebilmek büyük önem arz ediyor. Önde gelen bazı HTŞ’li isimler anlaşma aleyhine kişisel açıklamalar yapmış olsa da örgüt resmi olarak olumsuz bir beyanatta bulunmadı. Sahadan gelen bilgiler HTŞ’nin gönülsüz de olsa anlaşma şartlarına riayet edeceği ve temas hatlarından ağır silahlarıyla birlikte çekileceğini gösteriyor. Yine Türkiye açısından HTŞ ve iltisaklı gruplarla diğer muhalif unsurlar arasındaki angajmanların da İdlib iç dengeleri açısından iyi yönetilmesi gerekiyor.Sonuç itibarıyla Soçi mutabakatıyla İdlib’i kapsamlı bir askeri harekatınhedefi olmaktan kurtaran Türkiye hem kendi ulusal güvenliği hem de bölgede yaşayan 3,5 milyondan fazla sivil adına büyük bir kazanım elde etmiş oldu. Olası bir askeri harekat öncelikle büyük bir insani krize neden olacak ve Türkiye’ye yeni bir mülteci akını dalgasını tetikleyecekti. Yine İdlib’in kaybedilmesi muhaliflerin tamamen topraksızlaştırılmasına neden olacak ve siyasal barış sürecini sonlandırarak, Suriye’nin geleceğine yönelik son umutları da bitirecekti. Ayrıca Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekatı bölgeleri açısından sürdürülemez bir denklem üretecek, Türkiye’nin terörle mücadelesinde ciddi bir zafiyete neden olacaktı. Türkiye-Rusya ilişkileri ise ciddi bir stratejik gerileme kaydedecekti.Dolayısıyla Türkiye’nin Rusya, İran ve Esed rejiminin karşısında kararlı siyaseti ve sahadaki etkili adımları Soçi mutabakatını hayata geçirerek, tüm bu risk ve tehditleri bertaraf etmiş oldu. Kaynak: Sabah
Centcom Hava Saldırıları [Aralık 2014 - Mart 2018] Ömer Özkizilcik  
Centcom Hava Saldırıları [Ocak 2015 – Mart 2018] DAEŞ’ın Musul’u ele geçirmesi sonrasında Bağdad ve Erbil’e doğru ilerlemesi üzerine, Obama yönetimi Irak Merkezi Hükümeti ve Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’ni desteklemek amaçlı DAEŞ’e karşı hava saldırıları düzenlemeye başladı. DAEŞ’e karşı ABD öncülüğünde kurulan uluslararası koalisyon Irak’tan sonra DAEŞ’e karşı Suriye’de de hava saldırıları düzenlemeye başladı. 22 Eylül 2014 tarihinde Suriye’deki DAEŞ varlığına yönelik ilk hava saldırıları düzenlenmiştir. ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyona Amerikan Birleşik Devletleri, Almanya, Avustralya, Bahreyn, Belçika, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa, Hollanda, İngiltere, Kanada, Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve Ürdün katılmıştır. Uluslararası koalisyonun birincil hedefi bölgedeki DAEŞ varlığını sonlandırmak olsa da, kısa süre içerisinde ABD’nin bölgedeki politikalarını gerçekleştiren bir mekanizmaya dönmüştür. 2014 2014 yılının Aralık ayında Suriye genelinde günlük ortalama 6 hava saldırısı gerçekleştirilmiştir. DAEŞ’e karşı toplamında 195 hava saldırısı düzenlenmiştir. 2015  Uluslarası Koalisyonun 2015 senesinde DAEŞ’e karşı düzenlediği hava saldırıların aylık ortalaması 179’dır. 2015 senesi süresince Uluslararası Koalisyon DAEŞ’e karşı toplam 2.146 sorti gerçekleştirmiştir. 2015 senesinde DAEŞ’ın öncelikle hedef alındığı bölgeler arasında Suriye’nin kuzeyindeki Ayn el Arab (Kobane) ve Haseke gelmektedir. Ayn el Arab ve Haseke bölgelerinde DAEŞ’e karşı düzenlenen hava saldırıların toplamı 1.242dir. Uluslararası Koalisyon tarafından düzenlenen hava saldırıların 57% sine tekabül etmektedir. Yine Suriye’nin kuzeyinde bulunan Tel Abyad ve Ayn İsa da denklemin içine katılırsa 2015 senesinde düzenlenen hava saldırıların 61%’in YPG’yi doğrudan DAEŞ’e karşı desteklediği söylenebilinir. Deyr ez Zor, Rakka, Ebu Kemal bölgelerine yönelik düzenlenen hava saldırıları ise DAEŞ’ın cephe arkası yönetin alanlarını hedef almaktadır. Toplam 400 hava saldırısı ile 2015 senesinde düzenlenen hava saldırıların 19%’u DAEŞ’ın cephe arkası yönetim alanlarını hedef aldığı görülmektedir. Aynı dönem içerisinde Mare bölgesinde 145 hava saldırısı ile düzenlenen hava saldırıların 7%’si Suriyeli muhalifleri DAEŞ’e karşı bifiil desteklemiştir. Ayrıca Hawl bölgesine 126 hava saldırısı düzenlenmiştir. Irak’taki Sİncar bölgesi ile Suriye’deki Haseke şehri arasında bulunan Hawl bölgesine yönelik hava saldırıları, DAEŞ’ın Suriye’den Sincar’a olan ikmal hattını kırmaya yöneliktir. DAEŞ’ın Suriye sahasında büyük bir alanı kontrol etmesine rağmen, ABD öncülüğündeki Uluslararası Koalisyon önceliğini YPG’yi DAEŞ’e karşı desteklemekten yana kullanmıştır. 2016 2016 yılında ABD öncülüğündeki Uluslarası Koalisyon aylık ortalama 257 hava saldırısı düzenlemiştir. Toplam 3.079 hava saldırış düzenlenmiştir. 2016 senesinde ABD’nin Türkiye ile anlaştıktan sonra Menbiç’e yönelik YPG öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçleri ile operasyon düzenlemiştir. İki ülke arasında yapılan anlaşma gereğince, Menbiç’in DAEŞ’ten temizlenmesinden sonra YPG militanları Fırat’ın doğusuna geçecek idi. Fakat bu anlaşma sahada gerçekleşmedi. ABD öncülüğündeki Uluslararası Koalisyon 903 hava saldırısı ile YPG’yi Menbiç’te DAEŞ’e karşı yoğun bir şekilde desteklemiştir. Ayrıca Ayn İsa bölgesinde 321 hava saldırısı ile DAEŞ ve YPG arasında olan sınır hattı Uluslararası Koalisyon tarafından korunmuştur. Şeddadi’deki 154, Hawl’daki 94, Haseke’deki 83, Tel Abyad’daki 21 ve Ayn el Arab’taki 2 hava saldırısı da sayıldığı takdirde, 2016 senesindeki hava saldırıların 51%’i doğrudan YPG’yi desteklemek amaçlı gerçekleştirilmiştir. Deyr ez Zor, Ebu Kemal ve Rakka bölgelerine yönelik toplam 907 hava saldırısı düzenlenmiştir. Böylelikle cephe arkası DAEŞ yönetim alanlarına yönelik düzenlenen hava saldırıları 29%’a tekabül etmektedir. Mare bölgesine düzenlenen 487 hava saldırısı ile Uluslararası Koalisyon tarafından düzenlenen hava saldırların 16%’sı Suriyeli muhalifleri DAEŞ’e karşı fiilen desteklemiştir. Diğer yandan Palmira bölgesine düzenlenen 58 hava saldırısı da Esad rejimini aktif olarak DAEŞ’e karşı desteklediği söylenebilinir. 2017 2017 senesinde ortalama aylık 653 hava saldırısı düzenlenmiştir. Uluslararası Koalisyon tarafından düzenlenen toplam hava saldırıların sayısı 8.005’dir. Özellikle Rakka bölgesine yönelik 5.478 hava saldırısı düzenlenmesi öne çıkmaktadır. 2015 ve 2016 senelerinde toplam 5.225 hava saldırısı düzenleyen Uluslararası Koalisyon, 2017 senesinde sadece YPG’nin Rakka’yı ele geçirebilmesi için 5.478 hava saldırısı düzenlemiştir. Ayrıca Deyr ez Zor, Tabka, Şeddadi, Ayn İsa, Ebu Kemal, Hawl ve Menbiç bölgelerinde toplam 2.362 hava saldırısı aktif olarak YPG’yi DAEŞ’ karşı desteklemiştir. 2017 senesinde düzenlenen hava saldırıların 98%’i YPG’yi desteklemiştir. Palmira bölgesinde düzenlenen 80 hava saldırısı ile düzenlenen tüm hava saldırıların 1%’i Esad rejimini DAEŞ’e karşı desteklerken, El-Bab bölgesine yönelik 56 hava saldırısı düzenlenmiştir. Böylelikle 2017 senesinde düzenlenen hava saldırıların 0,7’si Suriyeli muhalifleri DAEŞ’e karşı desteklediği söylenebilinir. 2018   2018 senesinin ilk 3 ayında aylık ortalama 142 hava saldırısı düzenlenmiştir. Uluslararası Koalisyon tarafından 2018’in ilk 3 ayında toplam 428 hava saldırısı düzenlenmiştir. Düzenlenen hava saldırıların tamamı YPG’yi DAEŞ’e karşı destekler niteliktedir. Uluslararası Koalisyon’un Ebu Kemal bölgesine sıkışan DAEŞ militanlarını öncelediği görülmektedir. Fakat Ocak ayındaki 267 hava saldırısından sonra hava saldırıların sayısında ani bir düşüş yaşanmıştır. DAEŞ’ın varlığı devam etmesine karşın Mart ayında sadece 32 hava saldırısı düzenlenmiştir. Toplam   Uluslararası Koalisyonun Ocak 2015’ten Mart 2018’e kadar toplamında 13.658 hava saldırısı düzenlenmiştir. Aylık ortalama 350 hava saldırısı gerçekleştiren ABD öncülüğündeki Uluslararası Koalisyon, aynı zamanda Suriye’de büyük bir hasara yol açmıştır. Özellikle 6138 hava saldırısı düzenlenen Rakka şehri ve bölgesi tamamen yıkılmıştır. İHA görüntülerinde de görülebildiği üzere, Rakka’daki yıkımın boyutu çok yüksektir . Rakka için Türkiye ve Suriyeli muhalifler ile beraber hareket etmeyi ret eden Amerikan generalleri, YPG’nin başarısızlığını örtmek için şehri yerle bir etmiştir. Deyr ez Zor bölgesinin 1405 hava saldırısına uğramış olması, Ebu Kemal bölgesinin 1363 hava saldırısına uğramış olması, 2017 senesinin sonlarındaki YPG’nin hızlı ilerleyişinin açıklamaktadır. ABD öncülüğündeki Uluslararası Koalisyon özellikle Doğu Suriye’deki DAEŞ varlığına yönelik uzun vadeli hava saldırıları düzenlemiş ve cepheden uzak DAEŞ yönetim alanlarını yaşanamaz kılmıştır. Diğer yandan Menbiç ve Ayn el Arab (Kobane)’nin 968 ve 698 hava saldırısına uğramış olması, YPG’nin askeri anlamda bir başarı elde etmekten ziyade, Uluslararası Koalisyon’un hava gücünün bir başarısı sözkonusudur. Diğer yandan Mare ve Haseke bölgelerine yönelik 632’şer hava saldırsı düzenlenmiştir. Mare bölgesindeki Suriyeli muhaliflerin Fırat Kalkanı Harekatı’na kadar DAEŞ’e karşı ilerleyememiş olamaması, ABD nezdinde YPG ile beraber hareket etmek için güçlü bir argüman olmuştur. Haseke bölgesinde ise DAEŞ’ın alan hakimiyetinin geriletilmesi ile YPG’ye karayolu ile yapılan destek için kullanılan güzergah güven altına alınmıştır. Ayn İsa, Tabka ve Şedadi bölgelerinde 400’e yakın hava saldırısının düzenlenmiş olması, YPG’nin DAEŞ’e karşı hava desteği olmadan ilerlemediğini/ilerleyemediğini gösteren diğer önemli verilerdendir.
Irak Ordusu SDG'nin Sahadaki Yeni Ortağı mı?
Irak Ordusu SDG’nin Sahadaki Yeni Ortağı mı? DAEŞ’in Suriye’nin doğusunda önemli ölçüde geriletilmesinin ardından onun yerini alan Suriye Demokratik Güçleri (SDG), sahip olduğu teritoryal hakimiyet aracılığıyla bölgede ilişki kurduğu ve iş birliği yaptığı aktörlerin sayısını artırmaktadır. Bu kapsamda SDG’nin, son olarak Irak Güvenlik Kuvvetleri (IGK) ile ortaklık kurma çabasında olduğu görülmektedir. Bu çalışmanın amacı, Suriye-Irak sınır hattındaki DAEŞ tehdidine karşı SDG ile IGK arasında 2017 yılının sonunda başlayan ve 2018’in ortalarına doğru iş birliğine dönüşen ilişkiyi ele almaktır. Bu çerçevede, ilk olarak sahadaki gelişmeler ortaya konulacak, ardından söz konusu ilişkiyi belirleyen dinamikler SDG ve IGK açısından açıklanacak, son olarak da SDG ile IGK arasındaki ilişki hakkında birtakım tespitlerde bulunulacaktır. Sahadaki gelişmeler: 2017 yılının son çeyreğinde DAEŞ’e karşı Deyr ez-Zor’da yürütülen operasyonlar sonucunda Fırat Nehri’nin sağ yakasında kalan bölgeyi ele geçiren SDG, Suriye-Irak sınır hattına doğru hakimiyet alanını genişletmiştir. Aynı dönemde Irak’ın Anbar vilayetinde IGK’nın operasyonlarına maruz kalan DAEŞ ise Suriye-Irak sınır hattına doğru çekilerek eylemlerini bu bölgeden gerçekleştirmeye başlamıştır. Bu gelişmeler karşısında ABD öncülüğündeki Uluslararası Koalisyon, DAEŞ’e karşı SDG ile IGK arasında ortaklık kurulması maksadıyla harekete geçmiş ve tarafları 10.12.2017 tarihinde Deyr ez-Zor’da biraraya getirmiştir. Toplantının sonucunda taraflar, DAEŞ tehdidine karşı Suriye-Irak sınır hattının emniyetini sağlayabilmek için ortak gözlem noktaları kurulması konusunda mutabık kalmıştır (1). Öte yandan, toplantının ardından medyaya yansıyan bazı haberlerde SDG ile IGK arasında “ortak koordinasyon merkezi” kurulduğu iddia edilmiş, ancak bu iddialar Iraklı askeri yetkililer tarafından yalanlanmıştır (2). DAEŞ’e karşı SDG ile IGK arasındaki ortak anlayış sahada somut bir iş birliğine dönüşmeye başlamıştır. SDG, ZDH esnasında militanlarını Afrin bölgesine kaydırmış ve Suriye-Irak sınır hattındaki operasyonlarına ara vermiştir (3). Ancak, Mayıs ayı itibarıyla SDG, bölgede bu sefer IGK’nın desteğiyle DAEŞ’e karşı harekete geçmiştir (4). Nitekim Uluslararası Koalisyon’dan yapılan açıklamada, Mayıs ve Haziran’da Suriye-Irak sınır hattında DAEŞ’e karşı yürütülen operasyonlarda IGK tarafından SDG’ye hava ve topçu desteğinin verildiği (5), Temmuz ayındaki operasyonlar esnasında ise IGK’nın desteği sayesinde SDG’nin Deyr ez-Zor kırsalına doğru ilerleyişini sürdürdüğü bildirilmiştir (6). SDG ve IGK arasındaki ilişki ve iş birliği: a) SDG açısından: SDG’nin IGK ile ilişki kurması ve iş birliği yapmasını üç temel dinamik üzerinden açıklamak mümkündür. 1) SDG, IGK’nın desteğiyle DAEŞ’e karşı güvenliğini sağlamaya ve bölgedeki DAEŞ mevcudiyetini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Nitekim, bölgedeki DAEŞ mevcudiyeti SDG’nin “Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu” olarak isimlendirdiği terör koridorunun güvenliğine yönelik kayda değer bir tehdit teşkil etmekte olup, bölgedeki petrol alanlarının emniyetinin sağlanması ihtiyacı da SDG’yi IGK ile iş birliğine sevk etmektedir. 2) SDG, IGK’nın yardımıyla Suriye-Irak sınır hattındaki hakimiyetini konsolide etmeyi amaçlamaktadır. “Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu”nun doğu sınırlarını güvenceye almak isteyen SDG, Suriye-Irak sınır hattındaki hakimiyetini güçlendirmek suretiyle hem güvenlik kaygılarını azaltmaya, hem doğudan gelen ikmal hattını açık tutmaya, hem de sınır hattındaki geçişler üzerinde kontrol kurmaya çalışmaktadır. 3) SDG, uluslararası ölçekte yaratmaya çalıştığı “meşru aktör” imajını IGK tarafından muhatap alınarak güçlendirmeyi hedeflemektedir. SDG’nin Suriye-Irak sınır hattındaki hakimiyeti, bu bölgede faaliyet gösteren uluslararası aktörleri SDG ile ilişki kurmaya zorlamakta olup bu sayede “uluslararası meşruiyet” elde etmeye çalışan SDG, IGK ile ortaklık kurmak suretiyle “meşru aktör” imajını güçlendirmeyi amaçlamaktadır. b) IGK açısından: IGK’nın SDG ile ilişki kurması ve iş birliği yapmasını üç temel dinamik üzerinden açıklamak mümkündür. 1) IGK, Suriye-Irak sınır hattında varlık gösteren DAEŞ’e karşı SDG’nin yardımıyla sınır güvenliğini sağlamayı ve bölgedeki DAEŞ unsurlarını imha etmeyi amaçlamaktadır. Nitekim, IGK’nın Suriye-Irak sınır hattında mutlak hakimiyet sağlamasının önünde birtakım coğrafi ve operasyonel zorluklar bulunmakta olup, bunlara ilaveten IGK’nın ülkedeki genel asayiş sorunlarıyla uğraşması da DAEŞ tehdidine karşı Suriye-Irak sınır hattında SDG ile iş birliği yapmasını beraberinde getirmektedir. 2) Suriye-Irak sınır hattının yarısından fazlasının SDG’nin hakimiyetinde olması, IGK’yı sahadaki gerçeklikler doğrultusunda SDG ile birlikte hareket etmeye sevk etmektedir. Uluslararası Koalisyon’dan aldığı destekle son dönemde Suriye-Irak sınır hattının büyük bir bölümünü ele geçiren SDG’nin DAEŞ’e karşı sahada artan nüfuzu, IGK’yı SDG ile iş birliğine mecbur bırakmaktadır. 3) IGK’nın SDG ile ilişki kurması ve iş birliği yapmasında ABD liderliğindeki Uluslararası Koalisyon’un teşvik ve yönlendirmeleri etkili olmaktadır. Nitekim, Suriye-Irak sınır hattında DAEŞ’e karşı tek başına IGK’nın veya SDG’nin yeterli olamayacağı düşüncesiyle Uluslararası Koalisyon, sınırın her iki tarafındaki güçlerin ortak bir mücadele vermesini amaçlamaktadır. Bu çerçevede Uluslararası Koalisyon, “Operation Roundup” kapsamında Suriye-Irak sınır hattında DAEŞ’e karşı IGK’nın SDG’ye destek vermesini sağlamaktadır (7). Sonuç Suriye’nin doğusundaki teritoryal kontrolünü genişleten SDG, sahada ilişki kurduğu ve iş birliği yaptığı aktör sayısını artırmaktadır. Bu sayede kendine bir tür “uluslararası meşruiyet” sağlamaya çalışan SDG’nin IGK ile iş birliğine dönüşen ilişkisi, başta Türkiye olmak üzere Suriye’de faaliyet gösteren aktörlere, SDG’nin sahada DAEŞ’le mücadele eden “etkili ve meşru bir aktör olduğu” şeklinde vermeye çalıştığı bir mesajdır. IGK’nın verdiği operasyonel destek sayesinde SDG, Suriye-Irak sınır hattındaki hakimiyet alanını nispeten daha az bir maliyete katlanarak genişletebilmektedir. Özellikle ZDH esnasında bölgedeki militanlarını Afrin’e kaydıran SDG, Suriye-Irak sınır hattında azalan operasyonel gücünü IGK ile yaptığı iş birliğinden istifadeyle ikame etmiştir. ABD öncülüğündeki Uluslararası Koalisyon’un Suriye-Irak sınır hattında SDG’nin kontrol alanını genişletmek için IGK’yı sahaya sürmesi, Esed rejimi ve İran tarafından SDG’nin bölgedeki ilerleyişine tepki göstermesini zorlaştırmıştır. Nitekim, SDG ve Uluslararası Koalisyon arasındaki ilişki ve iş birliğinden rahatsız olan Esed rejimi ve İran, IGK’nın SDG’ye sunduğu destek karşısında olumsuz bir tutum içerisine girememektedir. IGK ile SDG arasındaki iş birliğinin resmi düzeyde güçlendirilmesi yönünde ortada güçlü bir irade olmadığı görülmektedir. Nitekim, kamuoyuna yansıdığı kadarıyla taraflar arasında üst düzey görüşmeler gerçekleştirilmemekte ve sahadaki iş birliğini kurumsallaştıracak düzenlemeler yapılmamaktadır. Öte yandan, Irak hükümetinden yapılan açıklamalarda Suriye’de DAEŞ’e karşı Esed rejimiyle koordinasyon içinde hareket edildiği vurgulanmakta ve SDG ile olan iş birliğinden söz edilmemektedir (8). Böylece Irak hükümeti, SDG konusunda hem Esed rejimi ve İran’ın tepkisini çekmemeye, hem de Türkiye’nin hassasiyetlerini göz etmeye çalışmaktadır. Irak hükümeti Suriye-Irak sınır hattında DAEŞ’le mücadele kapsamında rejim güçleri ve SDG arasında taktiksel denge siyaseti izlemektedir. Bu itibarla, bir yandan Ebu Kemal – El Kaim sınır kapısı gibi bölgelerde rejim güçleriyle, diğer yandan Fırat Nehri’nin sağ yakasında kalan sınır hattı boyunca SDG ile iş birliği yaparak DAEŞ’e karşı güvenliğini sağlamayı amaçlamaktadır (9). Önümüzdeki süreçte SDG – IGK iş birliği, Suriye-Irak sınır hattında DAEŞ tehdidinin varlığını sürdürmesi veya şiddetlendirmesine bağlı olarak şekillenebilecektir. Her ne kadar Suriye-Irak sınır hattındaki DAEŞ kontrolünün ortadan kaldırıldığı söylense de bölgede halen DAEŞ hücreleri mevcudiyet göstermekte ve saldırı yeteneğini muhafaza etmektedir (10). Ayrıca, son günlerde Suriye sahasında daha fazla baskı altına alınan DAEŞ militanlarının Irak’a yönelmesi de ihtimal dahilindedir. SDG – IGK iş birliğinin seyri, geçtiğimiz ay Esed rejimi ile Suriye Demokratik Konseyi arasında başlayan müzakerelerin sonucunda taraflar arasında varılabilecek uzlaşıya göre değişkenlik gösterebilecektir. Nitekim, SDG’nin başta sınır geçiş noktaları olmak üzere Suriye-Irak sınır hattında kontrol ettiği bölgeleri rejim güçlerine teslim etmesi halinde IGK, SDG yerine rejim güçleri ile birlikte hareket etmeyi tercih edebilecekken, SDG’nin Suriye ordusuna entegre edilmesi halinde ise SDG – IGK iş birliğinin önü daha da açılabilecektir.   Dipnotlar (1) “SDF, Iraqi forces ‘coordinating’ border security ahead of IS downfall,” Syria Direct, 11.12.2017, https://syriadirect.org/news/sdf-iraqi-forces-agree-on-%E2%80%98coordinating%E2%80%99-border-security-ahead-of-is-downfall/ (erişim tarihi 05.08.2018) (2) “Iraqi Army Spokesman Denies Alleged Plans to Create Coordination Center With SDF,” Sputnik News, 12.12.2017, https://sputniknews.com/middleeast/201712121059942860-iraq-sdf-plans-coordination/ (erişim tarihi 05.08.2018) (3) “SDF and Iraq may fight ISIS side by side,” Sofrep News, 11.04.2018, https://sofrep.com/101835/sdf-and-iraq-may-fight-isis-side-by-side/ (erişim tarihi 05.08.2018) (4) “Kurdish forces, Iraqi Army to coordinate for major assault against ISIS,” Al Masdar News, 02.05.2018, https://www.almasdarnews.com/article/kurdish-forces-iraqi-army-to-coordinate-for-major-assault-against-isis/ (erişim tarihi 05.08.2018) (5) “Coalition forces, partners initiate second phase of Operation Roundup,” Operation Inherent Resolve, 03.06.2018, http://www.inherentresolve.mil/News/Article/1538866/coalition-forces-partners-initiate-second-phase-of-operation-roundup/ (erişim tarihi 05.08.2018) (6) “Pressure Mounting on ISIS as Operation Roundup Continues,” US Department of Defense, 20.07.2018, https://www.defense.gov/News/Article/Article/1579933/pressure-mounting-on-isis-as-operation-roundup-continues/ (erişim tarihi 05.08.2018) (7) “Coalition Forces, Partners Begin Phase 2 of Operation Roundup,” US Department of Defense, 03.06.2018, https://www.defense.gov/News/Article/Article/1538882/coalition-forces-partners-begin-phase-2-of-operation-roundup/ (erişim tarihi 05.08.2018) (8) “Iraqi military will coordinate with Syrian gov’t to secure border: Abadi,” Al Masdar News, 07.06.2017, https://www.almasdarnews.com/article/iraqi-military-will-coordinate-syrian-govt-secure-border-abadi/ (erişim tarihi 05.08.2018) (9) “Iraqi, Syrian forces work together to secure border,” Al Monitor, 28.05.2018, https://www.al-monitor.com/pulse/en/originals/2018/05/iraq-syria-upper-mesopotamia-security.amp.html (erişim tarihi 05.08.2018) (10) “MAP UPDATE: US-BACKED FORCES DECLARE FULL CONTROL OF SYRIAN-IRAQI BORDER ON EASTERN BANK OF EUPHRATES,” South Front, 06.08.2018, https://southfront.org/map-update-us-backed-forces-declare-full-control-of-syrian-iraqi-border-on-eastern-bank-of-euphrates/ (erişim tarihi 08.08.2018)