Analiz
İzlenen Suriye politikasına dair İran’da aykırı sesler Adem Yılmaz  
İzlenen Suriye politikasına dair İran’da aykırı sesler   İran Devrim Muhafızlarının dış operasyonlardan sorumlu Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani 19 Ağustos 2017’de “Dünya Mescit Günü” programında yaptığı konuşmada: “İçerde ve dışarıda bazı dostlar Irak ve Suriye’ye müdahale etmemize karşı çıktılar, hatta yüksek mevkide biri; “yani Suriye’ye girelim ve diktatörümü koruyalım” diye sorunca Devrim lideri Ali Hamaney; “bizim için öncelik maslahattır kim diktatör kim değil mühim değil diye cevapladı” ifadesini kullanmıştır.[1] Beşar Esad için diktatör ifadesini kullanan “yüksek mevkide biri” ocak ayında vefat eden Ayetullah Rafsancani’yi akla getirdi. Zira İran dünyanın birçok yerinden Şii milisleri henüz Esad rejimine desteğe göndermeden evvel Rafsancani’nin yaptığı konuşma bu minvalde idi: “Allah Suriye halkına merhamet etsin, her lahza füze ve bomba sesine hazırlar. Suriye halkı son iki yılda çok eziyet gördü. 100 binden ziyade insan öldü, dâhil ve hariçte 8 milyon mülteci var. Zindanlarda yer kalmadığı için spor salonları hapishane olarak kullanılıyor. Halk kendi devleti tarafından kimyasal bombaya maruz kalırken diğer taraftan Amerika müdahalesi de yakın.“[2] Rafsancani bu ifadelerine yapılan eleştiriler sonrası sözlerinin çarpıtıldığını söylemiş ve Suriye iç savaşında Amerika’yı suçlamıştır.[3] Her ülke gibi İran’da da dış politikaya dair muhalif ve muvafık farklı görüşler yer almaktadır. Muhalif fikirlerin bir bedeli olduğundan ötürü Suriye meselesinde aykırı fikirlerin beyanı ihtiyat gerektirmektedir. Müesses Nizam’ın izlediği politikalara muhalif bazı söylemler kimi zaman yargıya taşınmaktadır. Buna bir örnek Tahran eski Belediye Başkanı Gulam Hüseyin Kerbasçi’dir. Kerbasçi, Mayıs ayındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Hasan Ruhani ’ye destek için İsfahan’da bulunurken yaptığı konuşmada: “Gönlümüz ister ki Suriye, Lübnan ve Yemen’de barış olsun. Mazlumlar desteklensin, Şia’lar güçlensin. Ama bu iş sadece para verip, silah alıp, öldürüp, vurmakla olacak bir iş midir?” ifadelerini kullanmıştır. Müzakere ve diplomasi ile çözümün gerçekleşeceğini ifade eden Kerbasçi bu sözlerinden ötürü kutsal mekân koruyucularına (Irak ve Suriye’deki ehl-i beyt türbelerini korumak iddiasıyla İran’ın organize ettiği Şii milisler) hakaret ettiği gerekçesiyle yargılanması devam etmektedir.[4] Hatemi dönemi İçişleri bakan yardımcılığı görevinde bulunan, 2009 seçimlerinden sonra Devrim Rehberi Ali Hamaney’e hakaret ettiği gerekçesiyle 7 yıl hapis yatan Mustafa Taczade’nin Ruberu / Yüz yüze isimli dergiye verdiği röportaj daha sert ve keskin ifadeleri barındırıyor:” Her gün daha fazla Suriye’deki bataklığa sürükleniyoruz. Adeta Rus ordusunun piyade erleri gibiyiz. Diyalog seçeneği yerine dünyanın dört bir yanından Şii milisleri Suriye’ye topladık. En büyük çelişkimiz şu ki Kaddafi aleyhine yapılanları devrim, Esad aleyhine yapılanları fitne diye okuduk, hâlbuki ikisinin tek farkı birinin Alevi diğerinin Sünni oluşuydu. Sadece bu hal dahi İran’ın tarafgirliğine delildir. Eğer Suriye’de olmasak Huzistan ve Kirmanşah’ta DAEŞ ile savaşırdık görüşü de sağlam temellere dayanmıyor. Zira henüz ortada DAEŞ yokken Suriye halkı sade bir şekilde hak talebinde bulunurken Esed’e destek verdik.“[5] Mustafa Taczade’nin bu sözlerine Devrim Muhafızları üyesi Hasan Abbasi aynı sertlik ile cevap vermiştir: “Eğer Mustafa Taczade’nin evinde şeref, izzet ve namus bulunuyorsa Suriye’ye giden gençlerimiz buna vesiledir. Biz Beşar Esad’ın değil Şam’da Seyyibe Zeyneb’in koruyucusuyuz.”[6] Devrim Muhafızları üyesi Hasan Abbasi’nin Tebriz Üniversitesi’nde katıldığı panelde bir öğrenci söz alarak Abbasi’ye hitaben:“ Sizin teorileriniz diktatör ve kan dökücü Beşar Esad’i desteklemektir. Milletin milli ve mezhebi hislerini okşayıp İdlip ve Humus ’ta mevcut olmayan türbeleri müdafaa etmektir. Türbeler nerede? Teori ve söylemleriniz İslam, insaf ve hukuk dışı katliamları savunmaktır, milletin bütçesini Lübnan Hizbullah’ı için sarf etmektir.” cümlesini kullanmıştır.[7] Kasım Süleymani’nin memleketi Kirman’da bir üniversitede “Öğrenci Günü” dolayısıyla tertiplenen, İran meclis başkanı yardımcısı Ali Mutahhari’nin katıldığı programda söz alan bir öğrenci  Mutahhari’ye hitaben: “Tarih en adaletli mahkemedir ve korkarım ki bizler mahkum olacağız. Acaba biz hakkın tarafı mıyız? Beş yüz bin insan öldü, Suriye viran oldu ve nesiller tükendi,  biz kimin tarafında duruyoruz? Maalesef muhalifte hiç bir görüş ifade edilemiyor, Ali Mutahhari bile  fikir beyan etmiyor. Kimseden bir şey beklemiyoruz ama milletin sesi olarak sizden beklentimiz var. Biz Suriye’deki çocukların gözyaşları ile beraber mahkum olacağız.” diye itirazda bulunmuştur.[8] Tahran Üniversitesi’nde akademisyen, siyaset bilimci Sadık Zibakelam’ın okul girişinde yere serilen İsrail ve Amerika bayraklarına basmadığı için kendisine gelen eleştirelere hitaben; “Eğer son birkaç yılda Suriye’de (Yermuk bilhassa) Esad rejimi tarafından öldürülen Filistinli sayısı hesaplansa korkunç rakamlar çıkacaktır. İsrail’in son 60 yılda bu kadar Filistinli öldürdüğüne inanmıyorum. Eğer yaptığı zulüm ve cinayetler yüzünden bir ülkenin bayrağı çiğnenecekse sadece İsrail değil birçok ülke bayrağı yere serilmelidir. Amerika’dan İngiltere’ye Suriye’den Rusya’ya hatta İran’a dek” cevabını vermiştir.[9] Hükümet Suriye’de ne yaparsa yapsın tasdik etmeye mecbur bırakılmaktan da şikâyet eden Zibakelam[10] , İran Dışişleri Bakanı Cevat Zarif’e yazdığı mektupta: “ Arap baharı başladığında gelişmeleri “İslami uyanış” diye okuyan sizler neden Suriye’deki halk hareketlerini “Siyonist fitne” diye tefsir ettiniz? Suriye’deki Esad’ın Hüsnü Mübarek, Saddam Hüseyin, Kaddafi ve diğerlerinden ne farkı var? Neden gözlerimizi Suriye’deki rejimin gerçeklerine kapatıyoruz? Eğer Beşar Esad reform ve diyalog yerine halkla kurşun diliyle konuşmasa DAEŞ türü örgütler türer miydi? Milli menfaatlerimiz ve Arap âleminde muhabbet, itibar ve hürmeti kaybetmemek için gayret sarf edeceğinize inanıyorum.[11] ” ifadelerini kullanmıştır. Şam’da bulunan ehl-i beyt büyüklerine ait türbelerin korunma hedefi, ekseriyeti Şii mezhebine mensup İran halkı için Suriye’deki askeri varlığın izahını kolaylaştırmaktadır. Suriye’deki nüfuz, İran’daki mevcut rejime muhalif bazı kesimler ile kimi milliyetçi oluşumlarda kadim Pers devrine dönüş için gerekli ve makbul görülebilmektedir. Öte yandan,  İran Devrim Rehberi Ali Hamaneyi’nin “Eğer türbe koruyucularımız Irak ve Suriye’de direniş göstermeseydi, Kirmanşah ve Hamedan’da düşmanla savaşır olurduk” sözleri, sınır ötesi askeri operasyonların ve ekonomik harcamaların İran halkı nezdinde gerekli olduğuna ikna eden diğer bir söylemdir. [12]  Suriye krizi başladığında, bazı askeri ve siyasi yetkililerin müdahaleye karşı çıktığını, devrim lideri Hamaneyi’nin ulusal güvenliğin tehlikeye gireceği gerekçesiyle herkesi ikna ettiği iddia edilmiştir.[13] Bununla beraber, ülkedeki ekonomik sıkıntılara tepki olarak 28 Aralık Perşembe günü Meşhed’de başlayıp diğer şehirlere yayılan protesto gösterilerinde atılan “Ne Gazze ne Lübnan, canım feda ey İran”, “Suriye’yi rahat bırakın, halkınıza bakın” türü sloganlar, rejimin sürekli vurguladığının aksine Suriye politikasının halk tabanının bazı kesimlerinde benimsenmediğini göstermektedir.[14] İran Meclis Başkan Danışmanı Emir Hüseyin Abdullahiyan, Suriye politikasını eleştiren sloganları kastederek :”Eğer Suriye’de olmasaydık bugün Tahran’daki metro istasyonlarında DAEŞ ile savaşırdık” demiştir.[15] İran’ın Suriye’de verdiği kayıpların günden güne artması ve hayatını kaybedenlerden geriye kalan hikâyeler, askeri / siyasi yetkililerin katıldığı kalabalık cenaze törenleri, ehl-i beyti müdafaa söylemi, ulusal güvenlik gibi sebepler, İran toplumunda Suriye meselesine ayrı bir kutsallık atfetmektedir. İran’da mevcut Suriye politikasına dair muhalif beyanı bulunanlar ehl-i beyt büyüklerine hürmetsizlik, Suriye’de ölen Iran kökenli askerlere hakaret gibi suçlamalarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Müesses nizama yapılan Suriye eleştirisinde “DAEŞ” taraftarı olmak suçlaması ile karşılaşmak da mümkün. Suriye politikasına milli ve mezhebi iki taraflı destek de söz konusu olunca aleyhte görüşler sakıncalı neticeler doğurabilmektedir. Tüm bu kısıtlamalara rağmen akademiden politikaya zaman zaman eleştiriye rastlamak mümkün. Dipnotlar [1] http://www.farsnews.com/newstext.php?nn=13960529000328[2] http://www.jahannews.com/analysis/310483/%D8%A7%D9%86%D8%AA%D8%B4%D8%A7%D8%B1-%D8%B5%D9%88%D8%AA-%D9%81%DB%8C%D9%84%D9%85-%D8%B3%D8%AE%D9%86%D8%A7%D9%86-%D9%87%D8%A7%D8%B4%D9%85%DB%8C-%D8%B9%D9%84%DB%8C%D9%87%D8%B3%D9%88%D8%B1%DB%8C%D9%87-%D8%A2%D9%82%D8%A7%DB%8C-%D8%B1%D9%81%D8%B3%D9%86%D8%AC%D8%A7%D9%86%DB%8C-%D8%AC%D9%88%D8%A7%D8%A8%DB%8C-%D8%AF%D8%A7%D8%B1%DB%8C%D8%AF[3] http://www.khabaronline.ir/detail/311967/Politics/parties[4] http://www.bbc.com/persian/iran-39777618[5] http://rouberou.ir/post_22419c28_%D8%B3%D9%88%D8%B1%DB%8C%D9%87%20%D9%87%D9%85%20%D8 %A8%D8%B1%D8%AC%D8%A7%D9%85%20%D9%85%DB%8C%20%D8%AE%D9%88%D8%A7%D9%87%D8%AF. html[6] http://kalemeh.tv/?q=fa/news/2017/04/11328[7] http://iranianuk.com/20170424113641017/%D8%B3%D8%AE%D9%86%D8%A7%D9%86-%DB%8C%DA%A9%D8%AF%D8%A7%D9%86%D8%B4%D8%AC%D9%88%DB%8C-%D9%85%D8%B9%D8%AA%D8%B1%D8%B6-%D8%AF%D8%A7%D9%86%D8%B4%DA%AF%D8%A7%D9%87-%D8%B4%D9%87%DB%8C%D8%AF-%D9%85%D8%AF%D9%86%DB%8C-%D8%AA%D8%A8%D8%B1%DB%8C%D8%B2%D8%AE%D8%B7%D8%A7%D8%A8-%D8%A8%D9%87-%D8%AD%D8%B3%D9%86-%D8%B9%D8%A8%D8%A7%D8%B3%DB%8C-%D9%88-%D8%AC%D9%88%D8%A7%D8%A8-%D8%B9%D8%A8%D8%A7%D8%B3%DB%8C-%D8%A8%D9%87-%D9%88%DB%8C[8] http://www.trt.net.tr/persian/yrn/2016/12/08/trd-yk-dnshjw-yrn-bh-syst-kshwrsh-dr-swryh-626277[9]  https://iranwire.com/fa/features/19455[10] http://www.gilanestan.ir/%D8%B7%D8%B9%D9%86%D9%87-%D8%AA%D9%84%D8%AE%D8%B2%DB%8C%D8%A8%D8%A7%DA%A9%D9%84%D8%A7%D9%85-%D8%A8%D9%87-              %D9%85%D8%AF%D8%A7%D9%81%D8%B9%D8%A7%D9%86-%D8%AD%D8%B1%D9%85%D8%9B- %D8%AD%DA%A9%D9%88%D9%85/[11] http://www.asriran.com/fa/news/411754/%D9%86%D8%A7%D9%85%D9%87%D8%B3%D8%B1%DA%AF%D8%B4%D8%A7%D8%AF%D9%87-            %D8%B2%DB%8C%D8%A8%D8%A7%DA%A9%D9%84%D8%A7%D9%85-%D8%A8%D9%87%D8%B8%D8%B1%DB%8C%D9%80%D9%81[12] https://www.tasnimnews.com/fa/news/1394/11/16/991703/%D8%B1%D9%87%D8%A8%D8%B1-%D8%A7%D9%86%D9%82%D9%84%D8%A7%D8%A8-%D8%A7%DA%AF%D8%B1-%D9%85%D8%AF%D8%A7%D9%81%D8%B9%D8%A7%D9%86-%D8%AD%D8%B1%D9%85-%D9%85%D8%A8%D8%A7%D8%B1%D8%B2%D9%87-%D9%86%D9%85%DB%8C-%DA%A9%D8%B1%D8%AF%D9%86%D8%AF-%D8%A8%D8%A7%DB%8C%D8%AF-%D8%AF%D8%B1-%DA%A9%D8%B1%D9%85%D8%A7%D9%86%D8%B4%D8%A7%D9%87-%D9%88-%D9%87%D9%85%D8%AF%D8%A7%D9%86-%D9%85%DB%8C-%D8%AC%D9%86%DA%AF%DB%8C%D8%AF%DB%8C%D9%85/amp?__twitter_impression=true[13] http://www.farsnews.com/newstext.php?nn=13961017000459[14] https://iramcenter.org/irandaki-protesto-gosterileri-ve-sloganlar-ne-anlama-geliyor/[15] http://www.farsnews.com/newstext.php?nn=13961017000459
Arap baharı sonrası Rus Ortadoğu politikası ve Ortadoğu güvenlik kompleksi Furkan Halit Yolcu  
Arap baharı sonrası Rus Ortadoğu politikası ve Ortadoğu güvenlik kompleksi Ortadoğu, bölge ülkelerinin önemli güvenlik algı ve kaygılarını diğer devletlerin güvenlik politikaları incelenmeden anlayamayacağımız bir yapıya sahiptir [1]. Bölgede birbiriyle rekabet eden ülkelerin birbirlerine karşı oluşan tehdit algıları bu denli iç içe geçmiş bir haldeyken denkleme bölge dışı büyük güçler de eklendiğinde çok boyutlu, kompleks ancak kapsamlı bir analiz ortaya çıkmaktadır. Bu doğrultuda, Ortadoğu’nun bölge ülkelerinin birbirlerine yönelik güvenlik algı ve endişelerinden oluşan bir güvenlik kompleksi içinde olduklarını ve karşılıklı bağımlılık prensibi [2] içerisinde hareket ettikleri ön kabulleri ile yapılan analizler daha kapsayıcı ve kavrayış sağlayan analizler olmaktadır. Ortadoğu güvenliğini derinlemesine etkileyen ve 2011 yılında Suriye’ye sıçrayan Arap ayaklanmaları sonucunda Suriye toprak egemenliğinin tehlikeye girmesi üzerine önce İran (2012) sonra Rusya (2015), Suriye hükümetini sahada aktif bir şekilde askeri olarak desteklemeye başladı. Bu gelişme, Rusya’nın Ortadoğu’da bölgesel güvenliği şekillendirici bir rol almasına zemin hazırladı. 2011’den bu yana giderek artan bu nüfuz alanı 2015 yılında Rusya’nın Suriye’de yeni askeri üsler kurmasıyla ve var olan askeri üslerdeki kapasitesini artırdıktan sonra daha pratik ve anlamlı implikasyonları (gerektirme) olan bir zemine oturdu. Bu tarihten günümüze kadar Rusya özellikle Suriye-Türkiye-İran düzleminde giderek daha fazla sorumluluk alan bir güvenlik politikası izledi. Aynı yıl içerisinde Rusya tarafı bir sivil bir de askeri uçağını iki büyük güvenlik krizi yaratan olaylarla kaybederken Rusya’nın Türkiye ve Mısır ile olan güvenlik işbirlikleri ve potansiyel gelişmeler ise sekteye uğradı. Bu anlamda Rusya’nın Ortadoğu’da vazgeçilmez partnerlerinin İran ve Suriye olduğu, çıkar ve tehdit dengesi odaklı ortaklarının ise Türkiye ve Mısır olduğu iddia edilebilir [3]. Türkiye-Mısır-Suriye ve İran’ın Rusya ile olan güvenlik işbirlikleri ve mevcut ve potansiyel ittifakları, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 11 Aralık 2017’de sırasıyla Suriye, Türkiye ve Mısır’ı aynı gün içinde ziyaret etmesiyle tekrar gündeme geldi. Bu ziyaretlerin sıralamasının ve aynı gün olmasının ardında bir güvenlik stratejisi olup olmadığı ise hala tartışılan bir konudur. Rusya’nın Ortadoğu güvenlik kompleksi içerisinde ortaklık ve ittifak kurduğu devletlerin tekil olarak Rusya ile kurdukları ittifak türlerine dair kavrayış, gelecek adına Rusya’nın bölgedeki hareketlerini tasavvur etmekte kullanılabilir. Bu anlamda Rusya’nın en başta Suriye ile kurmuş olduğu ve daha eskiye dayanan ittifak üyeleri arasında çıkar ortaklığı ve dengesiz güç dağılımı göz önüne alındığında Caydırıcılık Arttırıcı bir ittifaktır. Rusya’nın kendi askerleri ve savunma unsurları ile Suriye devlet egemenliğini savunması oldukça anlaşılır bir gelişme iken operasyon maliyetinin ağırlaşması durumunda dahi devam edeceği öngörüsü yapılabilir. Rusya’nın İran ile kurmuş olduğu ittifak ise İran İslam Cumhuriyeti kurulduktan (1979) sonraki haliyle tarafların çıkarları uyuştuğu ve güç kapasitesi daha dengeli dağıldığı için Kapasite Arttırıcı bir birliktelik olarak değerlendirilebilir. Türkiye’nin Rusya yakınlaşması, ABD Başkanı Barack Obama’nın (2008-16) bölge güvenliğini tazmin ve teşekkül etmede aktif rol almaması ve Türkiye’yi Suriye’de yalnız bırakması sonucunda, çıkarların örtüştüğü bir zeminde güçler dengesini lehine çevirmeye yönelik bir girişimdi. Bu anlamda Türkiye ve Rusya arasındaki ittifak, çıkar ve tehdit ortaklığı zemininde gelişen ve tarafların güçlerinin İran-Rusya ittifakına nazaran daha dengeli dağıldığı bir kapasite arttırıcı ittifaktır. Türkiye ve Rusya’nın çıkarlarının başka konularda çatışması durumunda dahi özelde Suriye ve genelde Ortadoğu güvenlik kompleksi bağlamında oluşan bu ittifak tek sorun üzerine ittifaka dönüşerek yapısını koruyabilir. Bu anlamda Türkiye-Rusya ittifakı ABD’yi aktif olarak dengeleme ve Suriye krizine yönelik bir ad hoc ittifak olarak da tanımlanabilir. Son olarak 2015 yılındaki uçak krizinden (Sina çölüne düşen Rus yolcu uçağı) sonra gelişmekte olan iş birliği söylemleri ve büyük çaptaki savunma ihracatlarından kaynaklanan bir potansiyel ittifak iddiası birçok mecrada yankı buldu. Rusya ile Mısır arasında oluşacak herhangi bir ittifak, Mısır’ın ABD ile gergin olan ilişkilerinin daha da gerilemesi ile mümkün olabilir. Nitekim Ortadoğu ülkeleri II. Dünya Savaşı’nda (1941-5) İsmet İnönü’nün yürüttüğü dengeleme politikalarını artık uygulamakta zorlanıyor. Bu tarz politikalar günümüzde büyük güçlerin daha sert tepkisini çekmekte ve dengeleme sürecinde giderek dışa bağımlı hale gelen ülkeler sonuçta zarar eden taraf olabilmektedir. Bu durumda, Rusya ve Mısır’ın çıkar ve tehdit ortaklığı zemininde oluşturacağı ittifakın taraflarının çıkarlarının uyuşmadığı ancak ortak tehdidin ABD nüfuzu olduğu bir durumda Dayatılmış bir ittifak olacağı iddia edilebilir. ABD’nin Mısır’a yaptığı 1.3 milyar dolarlık yıllık dış yardımı kesmesi ile Mısır savunma alanında imzaladığı birçok anlaşmayı finanse etmekte güçlük yaşayacak. Mısır’ın içinde bulunduğu ekonomik krizden çıkmadan bu boşluğu kendi başına doldurması ise çok mümkün görünmemektedir. Bu durum Mısır’ın Ortadoğu güvenlik kompleksindeki yerini korumak adına başka büyük bir güçle partnerlik arayışına gireceğini doğrudan işaret etmektedir. Mısır ve Rusya’nın çıkarlarının da ortak bir noktaya doğru gelişmesi sonucunda Mısır, Rusya ile caydırıcılık arttırıcı bir ittifak içine de girebilir. Mısır’ın bu tarz bir birliktelikten kazancı ise daha önce radar sistemleri alınan S-300VM hava savunma sisteminin füze ve lançerlerinin devamı, kurulacak bir askeri üs ile sağlanacak güvenlik atmosferi, Kızıl Deniz’de artan rekabette Rusya’nın çok anlamlı olabilecek desteği vb. konularda olabilir. Böyle bir ittifak tarzında Rusya ise ABD’nin Ortadoğu’da azalan nüfuzuna karşın Mısır gibi önemli bir partneri yanına çekerek Ortadoğu güvenlik kompleksindeki şekillendirici rolünü arttırabilir. Rusya ile Mısır’ın 2014 yılından bu yana yaptığı savunma anlaşmaları incelendiğinde; 2014 yılında 3.5 milyar dolarlık, 2015 yılında 2 milyar olarak imzalanan daha sonra genişletilerek 3 milyar dolara ulaşan yaklaşık 6-7 milyar dolarlık bir savunma tedariki göze çarpmaktadır [4]. Salt bu rakamlar bile Rusya ve Mısır arasında derinleşen bir güvenlik işbirliği olduğunu göstermeye yeterli iken bu antlaşmaların uzun vadede modernizasyon, bakım ve eğitim süreçleri ile ülkeler arasında kopması zor olan fonksiyonel bağlara dönüşeceğinin altını çizmek gerekiyor. Vladimir Putin’in 11 Aralık 2017’deki ziyareti sonrası Hmeymim askeri üssündeki Rus askerlerinin Rusya’ya geri çekilmesi direktifini vermesi Ortadoğu için anlamlı bir gelişmeydi. Zira Rusya’nın Suriye topraklarındaki hava üsleri, rejimin muhalif unsurlar ve DAEŞ ile yürüttüğü mücadelede hava üstünlüğü sağlanması açısından oldukça değerli. Nitekim bu durum Rusya’nın, Suriye’deki güçlerinin bir kısmını diğer partnerlerine kaydıracağı tartışmalarını doğurdu. Rusya’nın Suriye’de konuşlu asker sayısının 4-5 bin civarında olduğu varsayılıyor. Bu rakam, toplamda sayılarının 2-3 bin arasında olduğu varsayılan askeri danışmanlar ve paralı askerler de eklenince 10 bini bulmaktadır [5]. Rusya için Suriye’deki operasyonlarının günlük 2.4 ila 4 milyon $ maliyeti olduğu dikkate alınınca giderek daralan Rus ekonomisinin [2013-16/ 2.2 trilyon-1.2 trilyon $] Suriye’deki yükünü azaltmadan başka bir ülkeye kalıcı olarak gitmeyeceği varsayılabilir [6]. Rusya’nın başka herhangi bir ülkede kuracağı üslerde ise ilk gündeme gelecek olan ülkenin Mısır olacağı varsayılmaktadır. Ancak iki tarafın söylem bazındaki uyumundan yola çıkarak bu sürecin Mısır ile çok daha pürüzsüz ve hızlı yürütülebileceği iddia edilebilir. Ortadoğu güvenlik kompleksini diğer bölgelerden ayıran ise elbette bölgenin dinamizmi; bu bağlamda yapılan her varsayımın status quo’da yaşanacak değişimler ile boşa çıkabileceğini de unutmamak gerekiyor. Nitekim 4 Aralık 2017 tarihinde Rus Kommersant gazetesi iki askeri kaynağı referans göstererek Hmeymim üssüne yapılan saldırılarda 6-7 askeri uçağın kullanılmaz hale getirdiğini iddia etti [7]. Rusya’nın bu askeri üsten askerlerini çekmesinin temel sebebi buradaki güvenlik zaafı da olabilir. Zira tahrip edilen hava unsurları [4 SU-24 (144 milyon $), 2 SU-35 (130 milyon $), 1 AN-72 (60 milyon $)], toplamda 334 milyon dolarlık büyük bir kayıp anlamına geliyor. Rusya’nın bu denli kayıpları uzun vadede telafi edebilecek bir ekonomik altyapısı olmadığını da düşündüğümüzde bu geri çekilme kararı direkt olarak başka ülkelerde planlanan işbirlikleri ile doğrudan alakalı olmasa da tetikleyici bir rol de oynayabilir. Rusya ile Mısır arasında oluşması muhtemel bir ittifakın hem yapısı ile nasıl oluşabileceği hem de iki tarafa ne gibi kazançlar getireceğini önceden belirlemek bu ittifaka yönelik daha rasyonel bir kavrayışa sahip olmayı kolaylaştırır. Bölge ülkelerinin Rusya ile ilişkilerinin seyri ve Mısır-Rusya ikili ilişkilerindeki olumlu yönde lineer ilerleme bu varsayımları güçlendiren sebeplerden sadece bazıları. Sonuç olarak Ortadoğu güvenlik kompleksi bütün aktörlerin fayda-zarar analizleri ile çeşitli güvenlik politikaları takip ettiği ve ilişkilerin giderek Rusya lehine derinleşeceği bir atmosfere bürüneceği izlenimi vermektedir. Dipnotlar [1] Buzan B. (2003) Regional Security Complex Theory in the Post-Cold War World. In: Söderbaum F., Shaw T.M. (eds) Theories of New Regionalism. International Political Economy Series. Palgrave Macmillan, London[2] Gibler, Douglas M. 2009. International Military Alliances, 1648-2008. CQ Press. [3] Tehdit Dengesi teorisi için bkz. Stephen M. Walt, The Origins of Alliances, 1987, Cornell University Press[4] Anlaşmaların detayı ve tedarik edilen unsurlar için bkz. Yolcu, F. Halit (2016), “Ortadoğu’daki Silahlanma Yarışının Yeni Aktörü Mısır”, Cilt 8, Sayı 75[5] “Russia’s military presence in Syria”, http://www.dailymail.co.uk/wires/afp/article-5115181/Russias-military-presence-Syria.html[6] Ekonomik veriler için bkz. Dünya Bankası: Gayri Safi Milli Hasıla/Rusya[7] Haberin Rusçası için bkz. “Хмеймим попал под огонь”, [https://www.kommersant.ru/doc/3514249]; Türkçe özet için bkz. “Rusya’ya Suriye’de yeni yıl şoku! 7 savaş uçağı yok edilmiş”, [http://www.kokpit.aero/7-savas-ucagi-yok-edilmis]
Rejim ve müttefiklerinin İdlib’in güneyindeki ilerleme refleksleri Halid Abdurrahman  
Rejim ve müttefiklerinin İdlib’in güneyindeki ilerleme refleksleri ve olası yeni kuşatma hattı Hama doğu kırsalında Tahrir el Şam Heyeti (HTŞ) öncülüğündeki Suriyeli muhaliflerin Ekim ayı başında rejim güçleri ve müttefiklerince açılan koridorla, bölgeye sızan DAEŞ unsurlarının yayılmacılığını bitirme ve örgütü tamamen pasifize etme çabaları devam ederken, rejim güçleri ve müttefikleri de İdlib’in güney kırsalındaki birkaç bölgeyi ele geçirebilmek adına ilerleme kaydetti. İdlib’in güney kırsalında, Hama ili sınır bölgesinde rejim güçleri ve müttefikleri tarafından gösterilen bu ilerleme girişimi belli oranda bölgedeki muhalifler tarafından geri püskürtülmüş olsa da, rejim güçleri muhaliflerin etkisiz kaldıkları El Ruveyda köyü ve çevresindeki bölgelerde ilerleme sağladı. Muhaliflerin daha çok DAEŞ’in bölgedeki ilerleme girişimlerini püskürtmeye çalıştığı ve bölgedeki savunma hattıyla ilgili güç dengesinin oldukça dağınık olduğu bir dönemde, İdlib’in güney kırsalında ani bir saldırı başlatan rejim güçleri kısa süre içinde bölgede su kaynağı ve doğusundaki stratejik tepeyle bilinen El Ruveyda köyünü muhaliflerden ele geçirdi. Köyü tekrar kontrol altına alabilmek için saldırı gerçekleştiren muhaliflerin bölgede etki oluşturmaya yönelik çabaları sonuçsuz kaldı. Köyün rejim güçleri tarafından ele geçirilmesinin hemen akabinde bölgede Ebu Dali köyü odaklı birkaç hat üzerinde daha ilerleme girişimi gösteren rejim güçlerinin bu saldırıları, muhalifler tarafından geri püskürtüldü. Bu çatışmaları takiben, İdlib’in güney kırsalında bulunan El Şutayb ve El Meşhed köylerini de ele geçirmeyi planlayan rejim güçleri ile muhalifler arasında iki köyün çevresinde şiddetli çatışmalar yaşandı. Ancak muhaliflerin oluşturduğu savunma hattını aşamayan rejim güçleri uzun süren çatışmaların ardından geri çekilmek zorunda kaldı. Rejimin ilerleme girişimlerine sağlanan Rus hava desteği Rejim güçleri ve müttefiklerinin İdlib’in güney kırsalındaki ilerleme girişimleri, karadan yapılan yoğun topçu ateşinin yanında, Rusya’ya ait savaş uçakları ile havadan da destekleniyor.  Hedef: Ebu Zuhur Esed rejimi ve müttefiklerinin İdlid ve Halep’in güney, Hama’nın kuzey kırsalı kesiminden başlattığı hava destekli yeni saldırı dalgasının hedefinde Ebu Zuhur Askeri Havaalanı olduğu rejim kaynaklarınca da daha önce birçok kez doğrulanmış durumda.[1] Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken husus, rejim güçleri ve müttefiklerinin uzun bir süredir bu şekilde peş peşe ve birbiriyle koordineli saldırılar gerçekleştirmiş olmamasıydı. Özellikle 8 Ekim 2017 tarihinden bu yana HTŞ öncülüğündeki muhalif güçlerin kontrolünde olan İdlib güney kırsalındaki Ebu Dali beldesi istikametinde ilerleme girişimleri gösteren rejimin, bu beldeyi kontrol altına alması bölgedeki güç dengesinin yeniden oluşturulması bakımından stratejik boyutunun yanında sembolik bir öneme de sahip bulunuyor. Stratejik öneminden bahsedecek olunursa Ebu Dali köyü, rejimin bölgede ilerleme refleksi gösterdiği hat üzerinde bulunan en büyük köy olarak tanımlanabilir. Bu köyün kontrol altına alınması sonraki saldırılarda oluşturulacak ikmal hattı için oldukça önemli boyutta. Muhalifler geçtiğimiz 8 Ekim tarihinde bölgeyi rejim güçlerinden etkili ve kısa süren bir saldırıyla geri almıştı. Köyün rejim güçleri ve müttefiklerinden geri alınmasının yanında, rejimin köyde verdiği zayiat, çok sayıda silah-mühimmat ve askeri aracın ele geçirilmesi ve Ebu Dali’ye düzenlenen saldırının muhalif medya kurumlarınca ön plana çıkarılması bölgeyi, rejim tarafından bakıldığında tekrar ele geçirilmesi gereken, sembolik açıdan önemli bir nokta haline getirmiştir. Hedef Ebu Zuhur, peki taktik? Esed rejimi ve müttefikleri Suriye iç savaşının başladığı ilk dönemden bu yana edindikleri tecrübelerle, sahada birtakım klasikleşmiş taarruz temelli askeri taktikler denediler. Rusya’nın savaşa dahil olmadığı dönemde bugünkü gibi etkili hava desteği alamayan rejim güçlerinin taarruza dayalı bu taktikleri pek işe yaramıyor, çoğu saldırılar muhalifler tarafından geri püskürtülüyordu. Zaman içinde karşı taarruz şeklinde düzenlenen saldırılarda çok sayıda kayıp veren rejim güçleri artık karşı tarafın üzerine gitmek yerine “etrafından dolanmak” diye tabir edilen “kuşatma/muhasara taktiği”ni izlemeye başladı. Rejim tarafından uygulanan kuşatma/muhasara taktiğinin etkili sonuçlar vermesi, müttefikleri tarafından desteklenen rejim güçlerinin muhaliflerin elindekinden daha teknolojik askeri sistemlere sahip olmasıyla da bağlantılı. Bu bağlamda, rejim güçleri özellikle gece görüş sistemlerini gelinen süreçte çok daha aktif bir şekilde kullanmaya başlamıştır. Suriye’de muhaliflerin elinde de birtakım gece görüş sistemleri bulunuyor. Ancak bu sistemler etkili/ağır silah sistemleriyle (tank gibi) belli bir eşgüdüm içinde kullanılmıyor. Muhalifler gece görüş sistemlerini daha çok gece yapılan sızma ve keskin nişancı saldırılarında etkili olarak kullanmakta. Kuşatma taktiğiyle sahada daha etkili bir askeri strateji izleyen rejim güçlerinin elinde, müttefiklerinin desteğiyle izleme, tespit, teşhis, takip ve tahrip odaklı, tank gibi ağır silahlar bulunmaktadır. Bu sistemlerin özellikle gece etkili bir şekilde kullanılması muhaliflerin sahadaki kapasitesini oldukça sınırlamaktadır. Özellikle de Rusya’nın savaşa dahil olduğu dönem sonrasında etkili hava desteği alan rejim güçleri ve sahadaki müttefikleri, muhaliflere yönelik kuşatma taktiğini daha etkili bir şekilde kullanmaya başladı. En az piyade gücüyle en etkili askeri taktik Bu askeri taktik aynı zamanda Suriye’deki saha şartlarında rejimin elindeki en kullanışlı hamle. Çünkü rejim güçlerinin elindeki asker sayısı oldukça az ve bu konuda ciddi bir sıkıntı içinde oldukları uzun bir zamandır[2] biliniyor. Bu sebeple en az piyade gücüyle sahada en etkili askeri taktiği geliştirmesi gereken taraf sadece muhalif savaşçılar değil.[3] Rejim kuşatmasını “tamamlayacak” iki cephe hattı: Halep ve Hama Suriye’de DAEŞ ile rejime bağlı güçler arasında ülkenin doğusunda yaşanan çatışmalar dışında en ateşli iki cephe, Hama’nın kuzey kırsalı ve Halep’in güney kırsalındaki Hanasır hattı. Bu iki cephe hattında rejim güçleri ve müttefikleriyle muhalifler arasında zaman zaman şiddetlenen çatışmalar, belli bölgelerin karşılıklı olarak el değiştirmesiyle devam ediyor. Çatışmalar ara ara duraksama noktasına gelse de, rejim tarafının bu iki bölgede çok önceden askeri bir operasyona yönelik hazırlık yaptığı biliniyor. Rejimin bölgedeki rutini haline gelmiş olan karşı tarafın nabzını yoklamaya yönelik saldırı girişimleriyse durumu koruyor. Ancak geçtiğimiz son birkaç gün içinde İdlib’in güney kırsalındaki (El Şuteyb, El Meşhed ve El Ruveyda hattı) bölgede yaşanan şiddetli çatışmalar haricinde rejim güçlerinin bölgede etki üretmeye yönelik ciddi bir girişiminden söz etmek henüz mümkün değil. Şu ana kadar girişilen hamleler muhaliflerin ikmal hatlarını ve olası reflekslerini gözetleme ve gelecekteki saldırı planlarını bunun üzerine inşa etme yönünde girişimler olarak değerlendirilebilir. Rejim güçleri ve müttefiklerinin Hama kuzey kırsalı ve Halep güney kırsalı hattından girişeceği sistemli ve hava gücüyle desteklenen bir askeri operasyon/taarruz, Halep’in güney kırsalıyla Hama doğu kırsalındaki muhalifleri kuşatmaya düşürebilir. (BKZ  görsel) Yakınlaştırmak için tıklayın Rejim güçleri ve müttefiklerinin Ebu Zuhur Askeri Havaalanı’nı kontrol altına almak ve Halep’in güney kırsalıyla Hama doğu kırsalındaki muhalifleri kuşatma altına düşürmek için kullanabileceği en uygun askeri taktiğin bu yönde olacağı tahmin ediliyor. Muhalifler kendi aralarındaki anlaşmazlıkları aşamayıp, askeri olarak sahadaki güçleri tek bir merkezden yönetme gibi bir taktik izlemedikleri sürece rejim güçleri ve müttefiklerinin bu şekilde bir kuşatma planını devreye sokması her zaman muhtemeldir. Rejim güçleri ve müttefiklerinin sahadaki piyade gücünü her ne kadar “düzenli” olarak nitelendirebileceğimiz askeri güçler oluşturmuyor olsa da, yani sahadaki rejim unsurlarından kapasitelerinin çok üstünde şeyler beklense de, bu güçler dolaylı da olsa tek bir merkez üzerinden yönetildikleri ve ideolojik fanatizm odaklı bir savaş psikolojisine sahip olduklarından muhaliflerden daha çok bir “düzenli ordu” prensibiyle hareket ediyorlar. Rejime bağlı güçler ve müttefiklerinin ülkenin doğusunda (Deyr ez Zor bölgesi kırsalı) DAEŞ ile yaşanan çatışmaları tam olarak bitirmeden yukarıda bahsedilen, kuşatma odaklı bir askeri taktiği Ebu Zuhur hattında uygulaması zor gibi görünüyor. Çünkü muhaliflerin de bölgede uzun bir zamandır hazırlık yaptığı biliniyor. Tüm bunların ardında, rejim tarafından başlatılacak olası “Ebu Zuhur Taarruzu”nun daha fazla güç ve hava desteği gerektirdiği bir gerçektir. Taarruz Deyr ez Zor bölgesi tam olarak DAEŞ’ten ele geçirilemeden başlasa dahi, askeri personel sıkıntısı ve hava gücünün birden fazla noktaya odaklanmış olması sebebiyle ağır bir şekilde ilerleyecektir. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz, rejim güçlerinin halen Humus’tan Deyr ez Zor kırsalındaki bölgelere asker sevkiyatı yaptığı[4] bu dönemde Ebu Zuhur’a yönelik bir taarruzun gerçekleşme ihtimalinin zayıf olduğunu eklemek mümkün. Muhaliflere yönelik daha kapsamlı rejim saldırılarının ise Deyr ez Zor kırsal (El Bukemal hattı) bölgesinin tamamının DAEŞ’ten ele geçirilmesinden sonra başlayacağı öngörüsünde bulunulabilir. Dipnotlar [1]https://shar.es/1MSkq5[2]http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/07/150726_suriye_esad[3]http://www.mepanews.com/analiz/11135-esed-rejimi-nde-kahti-rical-yasaniyor.html[4]https://twitter.com/IvanSidorenko1/status/941028214016827394
Turkey’s strategic positioning in Syria through stabilisation and reconstruction Mohammad Pervez Bilgrami  
Turkey’s strategic positioning in Syria through stabilisation and reconstruction The incidences like the US betrayal, the European intrigues and the Arab short-sightedness have compelled Turkey to modify its Syria policy. Turkey’s new strategy in Syria started taking shape after Turkey-Russia rapprochement attained in late June 2016 following the fateful November 2016 Jet crisis when a Turkish F-16 fighter jet downed the intruding Russian Su-24 fighter plane. In mid-December 2016, President Recep Tayyip Erdoğan of Turkey and Vladimir Putin of Russia agreed to suggest Astana, the capital of Kazakhstan, as a new venue for carrying on the Syria peace talks. On 20 December 2016, the foreign ministers of Turkey, Russia and Iran agreed, pursuant to the United Nations Security Council Resolution 2254, to hold Syria peace talks in Astana. On 28 December 2016, Turkey and Russia agreed on a nationwide ceasefire plan for Syria to go into effect at 00:00 on 30 December 2016. DAESH, al-Qaiada affiliate Nusra Front, and the Syrian wing of Kurdistan Workers Party (PKK) the Kurdish Peoples’ Protection Unit (YPG) were excluded from the ceasefire, and all other remaining rebel groups signed the deal .1 Soon after the Astana deal, al-Nusra Front re branded itself as Jabhat Fateh al-Sham after separating itself from al-Qaida formed an umbrella of rebel groups Hayat Tahrir al-Sham (HTS).This deal provided Turkey to create self-controlled de-escalation zones in the rebel-controlled Idlib, parts of Aleppo and small patch of Latakia provinces in Northern Syria . Now, Turkish military is fast building the observation posts to monitor the internationally agreed ceasefire agreement. By establishing the de-escalation zone, Turkey’s prime strategy was to stop the further influx of refugees inside its territory. Secondly, to prevent the break-up of the Syrian state, as the disintegration would actually result in the empowerment of the US-backed YPG in Syria. Thirdly, to quickly rebuild the infrastructure in the de-escalation zone to bring the life back to normal; and finally to negotiate a political solution on behalf of the opposition it now backs. The Turks have swiftly rebuilt the infrastructure in the city of Al-bab and other liberated towns and villages after expelling DAESH through the Operation Euphrates Shield. In a few weeks’ time, the rubble was completely removed from the city, the water and sanitation networks that were destroyed were got repaired, Bakeries, schools and Hospitals were reconstructed and rehabilitated. It is difficult to determine the accuracy of Syria’s population and the precise number of Syrian refugees now scattered in many different countries of the world. Though the Pre-Arab uprising population of Syria was estimated at 21 million in 2010, and this number dropped to 18 million in late 2017.2 According to the latest UNHCR data, there are around 5.3 million registered Syrian refugees in several neighbouring countries where nearly 3.3 million refugees are in Turkey, remaining 2 million plus scattered in Lebanon, Jordan, Iraq and Egypt. There are about 1 million registered asylum seekers in 37 European countries 3 and another half a million plus refugees in other parts of the world. These figures suggest that there are around 7 million Syrian refugees in different parts of the world, and the current population of Syria within and outside the country is around 25 million. The liberated Euphrates Shield area of around 2,225 square kilometre of Aleppo province which includes major cities, each with a population of more than 100,000 such as, Azaz, al-Bab, Jarablus, Marea. In addition to that, there are dozens of densely populated small towns and villages in this area. The Syrians from other areas are now relocating in the liberated areas and its population has risen to 5, 00,000. 4 The current estimation of population of the Turkey monitored de-escalation zone in Idlib province, as well as north-eastern areas of Latakia, western areas of Aleppo and northern areas of Hama province is around 2.5 million. That makes more than three million Syrian population under the Turkish controlled safe zone. More than 6.3 million Syrians are now internally displaced 5 and Idlib had been the regime’s dumping ground where many internally displaced Syrians settled in last few years. Afrin, Manbij and the vast area falling east of Euphrates river starting from Northern Aleppo to al-Hasakah to Raqqa and Deir ez-Zor is now under the control of the US- backed YPG, and about 3 million Syrians still live in that area. The YPG is alleged to have been involved in the acts of ethnic cleansing and displacing the Arab and Turkmen population from the areas it took back from the ISIS. There are million more Syrians in scattered rebel-held areas of other de-escalation zones in Rastan and Talbiseh enclave in northern Homs province, Eastern Ghouta in the northern Damascus countryside, Deraa and Quneitra provinces, Eastern Qalamoun region in the Rif Dimashq. With these figures, approximately 11 million Syrian population remains under the Asad regime.6 If we include the refugees also, roughly 40-45% of the total Syrian population remains in the regime controlled areas. Syria’s total landmass is roughly around 1,85 thousand square kilometres in which the US-backed YPG controls around 27% Syrian territory and the Turkish backed rebels along with the de-escalation zones control around 15 % area, and most of the rest inhabited areas (54%) including the major cities of Damascus and Aleppo are now under Asad regime.7 The map of Syrian territory as of December 2017 shows that the Daesh has lost all of its major urban strongholds and is now confined to the sparsely-inhabited desert area in Syria.  So the Russians helped the Asad regime to regain the land but the population left there to be ruled is quite low. If Turkey manages to bring relative peace in the proposed safe zone, this will make nearly one-third of the present Syrian population under the direct Turkish administration. Turkey’s next target will be the YPG-controlled cantons of Afrin and Manbij.  Gaining control of Afrin seems easier than pushing YPG forces east of Euphrates as Afrin canton controlled by YPG is with the Russian military support, and Russia and Turkey have more convergence on Syria than Turkey and its NATO ally, the US. Turkey’s experience in disaster management, infrastructure rebuilding, and professional humanitarian aid and assistance put the country in a different league.8 All these skills along with the determination to rebuild and unify Syria will pave the way for the Syrians presently under the regime and the YPG controlled areas to embrace Turkey. With a huge Syrian population under its shield, Turkey will ultimately hold the key in any future political settlement of Syria. After establishing its headquarters in the city of Azaz in the liberated northern Syria, Turkey is now investing in the Syrian interim government 9 to institutionalise a unified political and military body to manage the administrative and military affairs in these areas. Proper management and governance in the safe zone will further improve the standing of interim government, and it will emerge as an alternate to Assad regime. In the wake of such positive developments now visible in the politically strategic arena of Syria, different rebel groups have since been handing over the border crossings and other installations to the interim government. The revenue generated through taxation will directly go into the exchequer of the interim government and which will help in managing the local administrative affairs in liberated areas. Though the Russians have saved Bashar al-Assad from an inevitable debacle in 2015, they know well that ultimately Assad will have to go down while meeting his ultimate destiny. The huge Syrian population under Turkish administration and millions of refuges outside Syria will definitely play an important role in defining the future of Syria. Thus, the successful formation of safe zones will lead to reduction of armed-conflicts and the demand for a political solution of the conflict will definitely get prominence. Suffice to say that a free and fair election will be the key factor to determine the future of Syria, and Turkey will obviously be the most impacting and justifiable force in the whole process of settling Syria’s future and restoring peace in the region. Footnotes 1 http://www.aljazeera.com/news/2016/12/russia-turkey-broker-nationwide-ceasefire-deal-161229154943609.html2 http://www.worldometers.info/world-population/syria-population/3 http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php4 https://www.al-monitor.com/pulse/en/originals/2017/08/syria-recreational-facilities-aleppo-countryside-euphrates.html5 http://www.internal-displacement.org/global-report/grid2017/6 http://www.nrttv.com/En/Details.aspx?Jimare=176517 http://www.syriahr.com/en/?p=783528 http://www.aljazeera.com/news/2017/12/syria-post-war-reconstruction-booming-jarablus-171213173713605.html9 https://www.al-monitor.com/pulse/originals/2017/10/syria-levant-front-border-crossing-interim-government.html
Rejim yanlısı Şii Milisler’in profilleri ve motivasyonları Ömer Behram Özdemir  
Suriye’de savaş uzadıkça tüm taraflaradına çeşitli yabancı savaşçı unsurlar savaş sahasında yer almaya başladı. Bu yazının konusu olan rejim saflarındaki yabancı unsurlara bakıldığında ilk göze çarpan yapı Hizbullah’tır. Hizbullah’ın ardından ise mezhebi kimlik ve motivasyonlarına atıfla çoğu çalışmada “Şii milisler” olarak adlandırılan İran destekli çok sayıda milis grubun geldiğini görmekteyiz.  İran’ın sahadaki önemli müdahale araçlarından olan bu milis güçler ekseriyetle Iraklılar ve Afganlardan oluşmakta. Sayılarına dair kesin bilgiler bulunmamaktadır. Bununla birlikte genel olarak bu minimum 15.000 ve üzerinde milis varlığından bahsedilmektedir. Milislerin Halep, Şam, Deir ez Zor, Humus gibi en kanlı cephelerde görünür aktörleri olmaları bize iki şey söylemektedir. Rejimin kendi ordusu ve milis güçleriyle (Şebbiha) sıcak çatışma bölgelerinde tek başına başarılı olamadığı ve İran’ın bu güç boşluğunu kendi desteklediği milislerle doldurarak sahada etkin bir aktör haline gelmiş olması. İran’ın Halep ve Deir ez Zor’daki rejim ilerleyişinde kendisini zaferin anahtarı ülke olarak göstermesi de milislerin ve devrim muhafızlarının cephedeki ciddi varlıklarıyla alakalıdır. Hizbullah’ı kapasitesi ve Esad rejimi ile 2011 öncesinde de var olan yakın ilişkileri dolayısıyla İran destekli milislere kıyasla farklı bir aktör olarak ele almak gerekir. 2012 itibariyle sahadaki varlıkları duyulmaya başlanan İran destekli Şii milislerin o dönemki öncelikli hedefi Şiiler için kutsi manalara sahip olan Şam’daki Seyyide Zeynep türbesi ve çevresinin güvenliğiydi. 2013’te ise milis gruplarından Harekat Nuceba’nın Halep’te görülmeye başlanması Şii milislerin Şam ve Seyyide Zeynep çemberinin dışına çıkması manasına gelmekteydi. 2013-2014 yılları rejim güçleri ve Hizbullah’ın başta Kalamun olmak üzere Lübnan-Suriye sınırına yakın bölgelerde muhaliflerle yoğun çatışmalara girdiği bir dönemdir.  Yine bu dönemde bilhassa Iraklı milislerin rejim unsurları ve Hizbullah’a destek adına bölgede konuşlandırıldığını görmekteyiz. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve Irak içlerindeki ilerlemesi bir süreliğine Irak-Suriye milis akışının ters yönde gerçekleşmesine yol açsa da Iraklı milislerden doğan boşluğu doldurmak adına İran’ın hamlesi Afgan ve Pakistanlı mültecilerden oluşan milis güçlerin sahada daha yoğun şekilde kullanılması olmuştur. İran Destekli Şii Milisler: Profil-Motivasyon-İşlev Yakınlaştırmak için tıklayın Harekat Nuceba: Irak merkezli Asaib Ehlil Hak örgütünün bir dönem önemli isimlerinden Ekrem el-Kaabi’nin liderliğini yaptığı örgüt Suriye’de kurulmuştur. Kaabi Asaib Ehlil Hak ile aralarında usule dair farklar bulunduğunu ve bu yüzden Harekat Nuceba ile Asaib Ehlil Hak’ın ayrı yapılar halinde faaliyetlerde bulunduğunu belirtmiştir. Kaabi ayrıca İran’dan doğrudan teknik ve lojistik destek aldıklarını ve fikren Velayet-i Fakih sistemine ve Ayetullah Ali Hamaney’e bağlı olduklarını da medya vasıtasıyla açıkça kabul etmiştir.[1] DAEŞ’in Türkiye, İsrail ve Körfez ülkeleri tarafından kullanılan bir araç olduğunu savunan Kaabi aynı vakitte İran’ın bölgedeki bir numaralı komutanı Kasım Süleymani ile de yakın ilişkilere sahiptir.[2] Şii milislerin sahadaki varlığının Seyyide Zeynep ve çevresindeki sahanın ötesine geçmesi fikrine öncülük eden örgüt bilhassa Halep savaşlarındaki yoğun katılımıyla bilinmekte ve Halep bölgesindeki en önemli Şii milis yapılarının başında gelmektedir. Ammar bin Yasir Tugayı, Hasan el-Mücteba Tugayı ve Hamad Tugayı gibi alt gruplarıyla sahada oldukça görünür olan örgütün Halep’teki mevzilerine İranlı askeri unsurların ziyaretleri de Halep savaşı döneminde örgütün rejim cephesi adına önemli bir işleve sahip olduğunu göstermektedir. Örgütün sözcüsü Haşim Musavi de bu durumu “Harekat Nuceba ve Hizbullah (Lübnan) direnişin ayrılmaz ikiz kardeşleridir” sözleriyle açıklamış ve Harekat Nuceba’nın Suriye’deki önemi ile Hizbullah bölgedeki önemini (İran veya kendi ifadeleriyle direniş ekseni için) eş değer tutmuştur.[3] Ebul Fazl el-Abbas Tugayı: 2012’de Seyyide Zeynep türbesinin müdaafası hedefiyle Suriye’de etkin olmaya başlayan örgütün ilk faaliyet alanları da Şam merkezi ve Şam’ın güneyidir. Özellikle 2014’e kadar Suriye’deki Şii milis güçlerinin teşkilatlanması ve eğitimi hususunda başı çeken örgüt bir nevi milis grubu üretim merkezi işlevi görmüştür. Kataib Hizbullah, Asaib Ehlil Hak ve Hizbullah (Lübnan) gibi İran’ın nüfuzunun yoğun olduğu örgütlerden çok sayıda milisi bünyesine katan örgüt haliyle Suriye’deki İran nüfuzunun savaşın ilk yıllarındaki en önemli temsilcilerinden olmuştur.[4] İçinden pek çok milis unsur çıkaran örgüte Irak Hizbullah’ı ve Bedir Tugayları gibi Irak merkezli milis gruplarından katılımlar olmuştur. Bunların haricinde Suriyeli Şiilerin de milis eğitimi almasında Ebul Fazl el-Abbas Tugayı’nın etkin rolü olmuştur. Örgütün propaganda videolarında karşılaşılan “Lebbeyk ya Zeynep” sloganları örgütün dini ve ideolojik kimliğini sürekli ön planda tuttuğunu göstermektedir. Keza örgüt kendisine isim olarak Hazreti Ali’nin oğlu Abbas’ın künyesini seçmiştir(Ebul Fazl el-Abbas). Ebul Fazl el-Abbas İslam tarihine dair kaynaklarda cengaverliği ve Hazreti Hüseyin’e sadakati ile bilinmektedir ki Kerbela’da şehit edilenler arasında da bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Şam topraklarında kurulan ve Ebul Fazl el-Abbas adını alıp Seyyide Zeynep türbesini korumak adına savaşan bir örgütün kimliğinde mezhepsel kodlar hayati önem taşımaktadır. Liva Zülfikar: 2013 yılında kurulan örgütün ana etkinlik alanı Şam ve çevresidir. Seyyide Zeynep savunması üzerine propagandasını bina eden örgütün logosunda Hazreti Ali ile özdeşleşen çift başlı Zülfikar kılıcı ile Seyyide Zeynep türbesinin kubbesi bulunmaktadır. Zülfikar sembolü ilk bakışta çeşitli devlet dışı silahlı aktörlerin logolarında kullandığı AK-47 figürleri gibi sadece “gücü” sembolize ediyor düşünülebilir. Buna karşın Zülfikar-Hazreti Ali- Seyyide Zeynep denklemi bu sembolik temsilde dini kimliğin ve atıfların oldukça baskın olduğunu göstermektedir. Kurulduğu ilk günlerde Ebul Fazl el-Abbas Tugaylarına ait kimi eski fotoğraf karelerini yeniden logolandırıp yayınlayan örgütün kurucu kadrosu içinde de çok sayıda eski Ebul Fazl el-Abbas Tugayı unsuru bulunduğu iddia edilmektedir.[5] Kuruluşundan itibaren muhaliflere karşı çatışmalarda ön saflarda yer alan örgütün liderlerinden Fazıl Suphi Dera’da bir çatışmada yaşamını yitirmiştir. Savaş öncesi bir dönem İran’da bulunduğu İran medyası tarafından iddia edilen Suphi’nin cenazesi önce İran’a ardından da Irak’a gönderilmiştir.[6] Örgüt ise Şam merkez dışında Adra başta olmak üzere Şam çevresindeki bazı yerleşim bölgelerinde de faaliyet göstermektedir. Kataib Seyyid eş-Şüheda: 2013’te kurulan Kataib Seyyid eş-Şüheda’nın kökenleri Irak’a dayanmaktadır. Irak Hizbullah’ı ve Bedir Tugayı’na yakın bir yapı olarak kurulan örgüt Şam’da etkin bir milis unsur olarak karışımıza çıkmaktadır. Dera rejim güçleri tarafından muhaliflerin kontrolündeki bölgelere karşı gerçekleştirilen operasyonlara doğrudan katılan örgüt öte yandan Şam’da bulunan son muhalif bölge olan Doğu Guta’nın kuşatılmasında da rol oynamaktadır. Örgütün 2013 yılında Doğu Guta’ya gerçekleştirilen kimyasal saldırı esnasında da bölgeyi kuşatan güçlerden biri olması örgütle söz konusu saldırı arasında bağ kuran bazı iddialara zemin hazırlamıştır. Yine de örgütün kimyasal saldırı ile alakalı bağlantısına dair iddialar tartışmalıdır. Propagandalarında dini lider olarak Ayetullah Hamaney ve Ayetullah Humeyni’ye ait görseller kullanmaktadırlar. Bu açıdan Iraklı dini mercileri propagandalarında sıkça kullanan diğer Iraklı Şii milislerden farklılaştıklarına dair yorumlar örgüt üzerine yapılan çalışmalarda kendine yer bulmuştur.[7] Fatımiler Tugayı: 2013’te İran Devrim Muhafızları eliyle temelleri atılan ve Afgan mültecilerin milis olarak devşirilmesiyle şekil bulan örgüt İran’ın eğitim ve sevk hususunda en doğrudan idare ettiği milis yapıların başında gelmektedir. Devrim Muhafızları komutasında ilk olarak Halep, Hama ve Şam’da faaliyete geçen Fatımiler Tugayı ilerleyen süreçte Humus ve Dera’da da boy göstermiştir. En önemli komutanlarından Ali Rıza Tavassuli’yi Dera’daki çatışmalarda kaybeden örgütün popülaritesini ise en çok kayıp verdikleri Halep cephesi arttırmıştır. Hayatını kaybeden savaşçılarının İran’da gerçekleştirilen cenaze törenleri büyük kalabalıklara sahne olmuştur. Fatımiler Tugayı bir yandan İran’ın “Seyyide Zeynep savunusu” söylemiyle savaşçı devşirmesinin başarılı bir örneği olarak karşımızda dururken öte yandan da mültecilerin temel ihtiyaçlarının – geçim için para, konaklama ve çalışma izinleri- devlet eliyle milis devşirme aracına çevrildiğini göstermektedir. Önde gelenlerinin profillerine kısaca baktığımız İran destekli Şii milislerin temel motivasyonlarına bakıldığında mevcut savaşın “kutsallaştırılmasını” görüyoruz. Seyyide Zeynep türbesinin savunulması fikriyle sembolleşen “türbelerin müdafası” söylemini yine dini ve siyasi atıflı düşmanların varlığı desteklemektedir. Tanımlanırken “Vahhabi” oldukları vurgulanarak Suudi Arabistan ile ve hatta dönem dönem Türkiye ve Katar ile bağdaştırılan “tekfirci terörist” olarak tanımlanan Suriyeli muhalif grupları ve DAEŞ – (İran ve Şii milislerin haber kaynaklarında neredeyse tüm rejim muhalifi gruplar için bu tanımlamayı görmekteyiz)- tehlikesine karşı mücadele Seyyide Zeynep savunması ile başlamıştır. Bugün ise Hizbullah lideri Nasrallah’ın da öne sürdüğü üzere rejime destek olan Şii milisler bu savaşı Filistin için de verdiklerini iddia etmektedirler. Yani Şii milislerin penceresinden bakıldığında “Tekfirci teröristlere” karşı savaşarak sadece Suudi Arabistan ve diğer muhalif sponsoru ülkeler ile mücadele edilmiyor aslında İsrail’in bölgedeki politikalarına karşı da savaşılıyor. Böylece aynı söylem içerisinde hem dini hem de siyasi motivasyonlar harmanlanarak milis devşirme ve mobilizasyonu sürecine katkı sağlanmaktadır. İran destekli Şii milislerin Suriye’deki varlıkları Suriye ordusunun oldukça zayıfladığı dönemlerde önemli bir dengeleyici araç olarak karşımıza çıkmıştır. Bugün ise bu milislerin varlığı İran’ın Suriye’deki askeri varlığı anlamına gelmektedir. Suriye rejiminin son yıllarda pek çok kez başvurduğu “kuşat-boşalt-insansızlaştır” stratejisi sonrası insansızlaştırılan kimi yerleşim yerlerine özellikle Şii milisler ve ailelerinin yerleştirildiği rapor edilmektedir. Bu iddialar da Suriye demografisi üzerinde yapılacak olası dokunuşlarda Şii milislerin dolgu malzemesi işlevi görebileceklerini de göstermektedir. Dipnotlar [1] Iraq’s Shiite forces claim victory over IS, Al Monitor, Mart 2015.[2] Iran Raises the Stature of One of Its Shi’a Jihadist Militias: Harakat Hizballah al-Nujaba, The Henry Jackson Society, Eylül 2017.[3] ‘Hezbollah and Harakat al Nujaba are the twins of resistance,’ Iraqi militia spokesman says, Long War Journal, Mart 2016.[4] Hizballah Cavalcade: What is the Liwa’a Abu Fadl al-Abbas (LAFA)?: Assessing Syria’s Shia “International Brigade” Through Their Social Media Presence, Phillip Smyth, Mayıs 2013.[5] Hizballah Cavalcade: Liwa’a Zulfiqar: Birth of A New Shia Militia in Syria?, Phillip Smyth, Haziran 2013.[6] Hizballah Cavalcade: Kata’ib Sayyid al-Shuhada Emerges: Updates on the New Iraqi Shia Militia Supplying Fighters to Syria, Phillip Smyth, Eylül 2013.
Afrin’de TSK-Rusya askeri üsleri ve PKK varlığı Şehmuz Karadeniz  
Afrin’de TSK-Rusya askeri üsleri ve PKK varlığı Afrin, Suriye’nin Halep Valiliği’ne bağlı bir ilçedir. Nüfusu; Suriye Savaşı öncesi 2009 tarihli verilere göre 36.000’in üzerindedir. İlçe merkezinin ortasından Afrin Çayı geçmektedir. Zeytin Ağacı simgesi Afrin İlçesi’nin sembolüdür ve zeytin için önemli bir üretim merkezidir. Coğrafi açıdan ilçenin sanayisi zeytin ve buna bağlı olarak yan ürünlerdir. Halep Sabunu da bu ilçe kırsalındaki sanayilerden temin edilir. Afrin ilçesi ve buna bağlı köylerde jeolojik olarak Akdeniz iklimi türü hakimdir. Bu zikir edilenler dışında Afrin’nin sınır kapılarına olan yakınlığı bu bölgenin stratejik önemini artırmıştır. Suriye’deki savaşın patlak vermesinden sonra da bu bölgenin önemini sınır kapılarına olan yakınlık belirlemiştir. Halep bölgesi Afrin’in demografik olarak Suriye Savaşı öncesi resmi rakamlara göre Arapların çoğunluğu oluşturduğu, Arap Aşiretleri’nin aktif olduğu bir ilçe idi veArapların yanı sıra Kürtlerin de önemli bir nüfusu vardı. Bölgenin gerçek çoğunluğunu ise Kürtler oluşturmaktaydı. Nitekim YPG kontrolündeki Afrin bölgesi yaşanan göçler sonucunda daha fazla bir Kürt nüfus yoğunluğuna sahip bir bölge haline geldi. International Middle East Peace Research Center’ın yaptığı araştırmalar sonucunda; Afrin’de 300 bin civarında insan yaşadığı tahmin edilmekte. Ocak 2014’te PKK’nın Suriye uzantısı YPG tarafından bölgede rejim ile işbirliğine gidilerek özerklik ilan edildi. 2014’ten bu yana bölge YPG tarafından kontrol edilmekle beraber Afrin’in güneyindeki rejim kontrolündeki Nübbül ve Zehra köyleri ise uzun dönem YPG’nin sağladığı ikmal hattı ile desteklendi. Afrin Bölgesi – Askeri Varlıklar | KuzeySuriye Rusya ve Suriye rejimine ait olan Afrin Bölgesi’ndeki askeri üsler; Kuzey Afrin – Kefercene – Rus Askeri Üssü Bu askeri üste, Rusya’nın dışında Suriye rejimi, İran ve PKK’nın Suriye bağlantısı YPG’nin de askeri etkinliği söz konusu. Güney Afrin – Cinderse – Suriye/Rusya Askeri Üssü Cinderes kırsalındaki askeri üste ise yalnızca Rusya ve Suriye rejiminin askeri etkinliği söz konusu. Afrin’deki Rusya askeri üsleri Şeyh Akil Dağı’nın güney yamaçtaki tepesine kurulan TSK üssü, bölgedeki TSK üslerinin en büyüğü denebilir, askeri pozisyona yoğun olarak askeri ikmal sağlanıyor. Olası bir durumda müdahale için hazır konumda olan bir üstür. Asham Dağı üzerine inşa edilmiş bu TSK üssü, bir nevi YPG’nin ilerlemesini kesmek için Şeyh Akil Dağı’ndan başlayan hattı tamamlayan kalenin ortadaki bir burcu konumunda. Türkiye sınırına en yakın olan Dayr Siemon Kasabası’na kurulmuş TSK üssü, diğer üslere ikmal sağlayan hattın güvenliği ve diğer etkinliklerin gerçekleştirdiği bir pozisyon görevinde. Afrin Kimler İçin Neden Önemli? Suriye savaşının patlak vermesi ardından taraflar arasında stratejik önem arz eden Afrin ilçesi veya bölgesi; IŞİD için; 24 Ağustos 2016 tarihi öncesinde savaşçı ikmali için önem arz eden bir bölge idi. ABD ve PKK için ise kantonların birleşmesi ve Akdeniz’e ulaşma hedefinin ikinci aşaması idi. Rusya ve rejim için tekrar Suriye’nin tamamında hakimiyetin sağlanması için önemli. İran için ise bölgedeki askeri etkinliğinin artırmasına yönelik ve Kuzey Suriye’deki operasyonlarına ikmal sağlaması adın önem arz ediyor idi. TSK’nın Kuzey Suriye’deki Askeri Varlığı | Olası Afrin Operasyonu 24 Ağustos 2016 yılı itibari ile Fırat Kalkanı Bölgesi’nin şekillendiği son pozisyon açısından TSK’nın Fırat Kalkanı (FK) Bölgesi’nde mevcut bir kaç askeri üssü bulunmaktadır. Fırat Kalkanı ile ele geçirilen bölgelerde kurulan ve Afrin’in doğusunda bulunan TSK üsleri ile Astana süreci sonrası Afrin’in güneyine kurulan TSK üsleri, Türkiye’nin askeri açıdan olası bir Afrin Operasyonu durumunda hazırlığını tamamladığının alametidir. Afrin, hem doğudan hem de güneyden Suriye içerisinden TSK tarafından kuşatılmış durumda.    
Hama’daki DAEŞ varlığı ve bölgede değişen güç dengeleri Halid Abdurrahman  
Hama’daki DAEŞ varlığı ve bölgede değişen güç dengeleri Hama’nın doğu kırsalında bir dönem DAEŞ kontrolünde olan Ukayribat bölgesinde rejim ve müttefikleri, DAEŞ’i kuşatma altına aldı. Ortalama kırk günlük sert bir kuşatma sürecinin ardından rejime bağlı güçler ve müttefiklerin ön açmasıyla DAEŞ unsurları Ukayribat bölgesinden kendilerine açılan bir koridorla 9 Ekim 2017 tarihinde Tahrir el Şam Heyeti (HTŞ) kontrolündeki bölgelere geçiş yaptılar. “DAEŞ Muhaliflerin kontrolündeki bölgelere tank ve askeri araçlarla sızdı” Rejim güçleri ve müttefikleri tarafından açılan koridordan tank, askeri araç ve ağır silahlarıyla birlikte Hama ili doğu kırsalında HTŞ kontrolündeki bölgelere sızan DAEŞ, HTŞ kontrolündeki onlarca köyü ele geçirdi. DAEŞ’ın bölgede kendisine koridor açan Esed rejimi ve müttefik güçlerle bir anlaşma yaptığına dair iddia ortaya atılsa da bu yönde bir emare bulunmuyor. Ancak askeri akıl olarak rejimin yaptığı bu hamlenin, kendileri açısından oldukça “yerinde” olduğunu söylemek mümkün. Bu gelişmeye rejim ve müttefiklerinin perspektifinden baktığımızda, karşı tarafla bir görüşme veya müzakere yürütmenizi gerektiren bir durum yok. Sadece kuşatmaya aldığınız düşmanınıza istediğiniz istikamete yönelik bir kapı açacaksınız ve düşman unsurlarını o bölgeye kanalize edeceksiniz. DAEŞ’in bölgeye sızmasıyla rejimin elde ettiği kazanımlar Rejim ve müttefikleri kapıyı HTŞ kontrolündeki bölgeye doğru açtı. Savaş sahalarında sıkça uygulanan bu taktik, rejime “bir taşla üç kuş” olarak nitelendirebileceğiniz kazanımlar sağlamıştır. Bu kazanımlardan ilki, DAEŞ’ın geri çekilmesiyle kontrol altına alınan Ukayribat bölgesinin kazanımıdır. Bundan daha önemli olan , DAEŞ’ın HTŞ kontrolündeki bölgeye nakli sağlanarak, adeta bir “öncü kuvvet” pozisyonunda kullanılıyor olmasıdır. Nitekim DAEŞ’ın HTŞ kontrolündeki bölgeye naklinden sonra rejimin izlediği askeri taktiğin incelenmesi, “öncü kuvvet” tezini doğrulayacaktır. Rejim güçleri DAEŞ’ın arkasından bir cephe hattı oluşturarak, örgütün muhaliflerden aldığı bölgelerin de kontrolünü sağlamıştır. Üçüncü olan ve DAEŞ’ın bölgeye sızmasında rejimin en büyük kazanımı olarak sayabileceğimiz gelişme ise, HTŞ öncülüğündeki muhaliflerin Hama kırsalına yönelik olası askeri operasyonunun sekteye uğratılmasıdır. DAEŞ Hama’nın doğu kırsalında HTŞ’nin kontrol ettiği bölgelere sızdığında, HTŞ DAEŞ’ın bölgede kontrol altına aldığı köyleri geri almak ve örgütün ilerleyişini durdurmak için birkaç farklı noktadan bölgeye ilave güç sevkiyatı yapmak zorunda kalmıştır. Bu durum da hali hazırda belli bir düzende askeri operasyon gerçekleştirebilmek için yeterli sayıda savaşçısı bulunmayan HTŞ ve muhalifleri daha da büyük sıkıntıya sokmuştur. Bölgede rejime karşı tutulan savunma hatlarının yanında bir de DAEŞ’e karşı saldırılar düzenlenmeye başlanmış ve gerçekleştirilen bu saldırılarda HTŞ ve muhalif savaşçılar zayiatlar vermiştir. Tahrir el Şam Heyeti’nin (HTŞ) DAEŞ’ın bölgeye sızması sonrası gösterdiği ilk refleksler: HTŞ öncülüğündeki muhalifler, DAEŞ’ın Hama’nın doğu kırsalına sızması ve birçok köyü kontrol altına almasının ardından bölgeye çok sayıda kuvvet sevkiyatında bulundu. HTŞ ve muhalifler,DAEŞ’ın kontrol altına aldığı köyleri geri almak ve örgütün bölgedeki yayılmasını durdurmak için ani bir saldırıya geçtiler. DAEŞ karşısında gösterilen bu anlık refleks oldukça etkili sonuçlar getirdi ve kısa sayılabilecek bir zaman diliminde örgütün Hama doğu kırsalındaki kazanımları elimine edildi. Ancak örgütün bölgedeki faaliyet kapasitesi tam olarak pasifize edilemedi. 1 numaralı görselde HTŞ güçleriyle DAEŞ arasında Hama’nın doğu kırsalında yaşanan çatışmalarda DAEŞ mevzilerini vuran, HTŞ’ye ait bir tank görülüyor[1] HTŞ bölgede DAEŞ’e karşı düzenlediği saldırılarda birçok ağır silah kullandı. Bunlardan biri de 122mm GRAD roket sistemi olan Çok Namlulu Roket Atar (ÇNRA) (Bkz: Görsel 2) HTŞ öncülüğündeki muhalifler gerek ağır gerekse hafif silahların desteğiyle bölgedeki DAEŞ unsurlarına karşı etkili taarruzlar gerçekleştirerek birçok köyü örgütten geri almayı başardı. Ancak bölgede aynı zamanda rejim ve müttefiklerinin saldırılarına da karşılık vermek zorunda kalan HTŞ ve muhalifler dağılan güç dengeleri sebebiyle DAEŞ’ı tam olarak etkisiz hale getiremedi. Rus uçaklarının DAEŞ’e destek sağladığı iddiası Bölgede HTŞ ile DAEŞ arasındaki çatışmalar devam ettiği sırada HTŞ’ye bağlı “İba Haber Ajansı” tarafından servis edilen bir haberde Rusya’ya ait olduğu belirtilen savaş uçaklarının DAEŞ’ın bölgede ilerlemesini engellemek için oluşturulan HTŞ savunma hattını birkaç hava saldırısıyla hedef aldığı ifade edildi. HTŞ’ye bağlı İba Haber Ajansı tarafında bu şekilde bir haber servis edilmesi ve bunun Suriye ile ilgili yerel haber aktarımı yapan ajanslar tarafından da işlenmesi bölgede “Rusya DAEŞ’e destek veriyor” şeklinde bir algı ortaya çıkmasına ve konuyla ilgili çeşitli spekülasyonların oluşmasına sebep oldu. HTŞ’nin medya kanallarını kullanımı HTŞ grubu Hama doğu kırsalına sızan DAEŞ unsurlarına yönelik saldırıların başlamasıyla bölgede iki taraf arasında gerçekleşen çatışmaları oldukça aktif bir şekilde kendisine bağlı medya organlarından kamuoyu ile paylaştı. Sürekli olarak ve kategorize edilerek gruba bağlı haber kanalları ve medya organları tarafından görüntü ve haberler servis edildi. Hama kırsalında DAEŞ ile muhalif grup arasında yaşanan çatışmaların oldukça etkili ve aktif bir şekilde medya organlarından servis edildiği söylenebilir. HTŞ bölgede yaşanan gelişmeleri anlık olarak “İba Haber Ajansı” üzerinden servis ederken, birtakım kurgulanmış özel ve uzun sayılabilecek videolarıysa “Emced” isimli kurumu tarafından servis etti. Grup tarafından servis edilen görsellerden bazıları: HTŞ’ye bağlı “İba Haber Ajansı” tarafından 12 Ekim tarihinde servis edilen 3 numaralı görselde DAEŞ’e karşı gerçekleştirilen saldırılarda örgütün bölgedeki mevzilerinin 57mm top ile hedef alındığı anlar görüntüleniyor. Aynı tarihte servis edilen diğer görseldeyse, DAEŞ’e ait imha edilmiş bir tank görülüyor (Bkz: Görsel 4) “İba Haber Ajansı” bölgede yaşanan gelişmelere dair paylaştığı haberlerin yanında bunlara ek olarak Hama’nın doğu kırsalında DAEŞ ile yaşanan çatışmalarda kuvvetlerin ilerleyiş durumunu gösterebilmek için bazı görseller de servis etti. Ajans tarafından Hama’nın doğu kırsalında ilk yaşanan gelişmelere dair 9 Ekim tarihinde servis edilen görselde (Bkz: Görsel 5) Ukayribat bölgesinden kendilerine açılan koridorla Tahrir el Şam Heyeti (HTŞ) kontrolündeki bölgelere sızan DAEŞ unsurları gösterilmiş. Hama doğu kırsalındaki askeri gelişmelere DAEŞ’ın bölgeye ilk sızdığı dönemden bakacak olursak rejim güçlerinin DAEŞ’e bölgede bir koridor açarak Ebu Dali hattındaki askeri baskıyı da hafiflettiğini görebiliriz. Bu sebeple, rejim güçleri ve müttefiklerinin DAEŞ’e bölgede açtığı koridorun kendilerine birçok açıdan stratejik ve gelecek dönemde devamlılığı olacak bir başarı sağladığını söylemek yanlış olmaz. İba Haber Ajansı tarafından 21 Ekim, yani DAEŞ’ın bölgeye sızmasından yaklaşık 14 gün sonra yayınlanan görselde (Bkz: Görsel 6) HTŞ güçlerinin DAEŞ’ten geri aldığı bölgeler mavi renk ile belirtilmiş. Aynı şekilde belirtilen tarihte DAEŞ’ın kontrolündeki bölgeler ise siyah renk ile belirtiliyor. Siyah ile mavi renkli kontrol alanlarını birleştirdiğimizde DAEŞ’ın çok kısa bir sürede Hama doğu kırsalında oldukça geniş bir bölgeyi kontrol altına aldığını görebiliyoruz. DAEŞ’ın bölgede elde ettiği kazanımların geri alınması ve örgütün bölgedeki ilerleyişinin durdurulmasında HTŞ’nin oldukça hızlı ve koordine olarak hareket etmeleri büyük rol oynadı. HTŞ’nin, DAEŞ bölgeye ilk girdiğinde gösterdiği refleks oldukça önemliydi. Sahada eğer ilk hamleyi yapan siz değilseniz karşınızdaki düşman unsurlarına yönelik oldukça hızlı ve buna oranla koordineli hareket etmeniz gereklidir. Ajansın 24 Ekim tarihinde servis ettiği görselde (Bkz: Görsel 7) rejim güçleri ve müttefiklerinin DAEŞ’ın bölgeye sızmasıyla ortaya çıkan askeri avantajı ilk kez değerlendirdiği gösteriliyor. DAEŞ’in muhaliflerin kontrolündeki bölgeye sızmasından sonra rejimin ilk hamlesi Rejim güçleri ve müttefikleri, DAEŞ’ın HTŞ kontrolündeki bölgeye geçmesinin ardından boşluk buldukları hatlardan bu bölgeye sızmışlar ve muhalifler ile rejime bağlı güçler arasında oldukça şiddetli çatışmalar yaşanmıştı. Bu taktik, rejime bağlı güçlerin DAEŞ’ı bir araç olarak kullanarak bölgede kontrol alanını genişletmesine yönelik ilk hamlelerinden biriydi. 24 Ekim tarihinde Ajans tarafından bölgede DAEŞ ile HTŞ’ye bağlı güçler arasında yaşanan çatışmalara dair ilk rakamlar yayınlandı. (Bkz: Görsel 8) Yayınlanan infografikte, 9 Ekim tarihinde DAEŞ’ın bölgeye sızmasından bu yana bölgede yaşanan çatışmalarda 170’den fazla DAEŞ militanının öldürüldüğü, 200’den fazlasının yaralandığı ve 10 militanın unun canlı olarak yakalandığı ifade edildi. İnfografikte DAEŞ’e ait tahrip edilen zırhlı ve zırhsız askeri araçlara ait rakamların yanında, örgütten ele geçirilen silah ve askeri araçların rakamları da paylaşıldı. Öte yandan yayınlanan rakamlarda 25 köy ve önemli noktanın DAEŞ’ten geri alındığı bilgisi aktarılmakta. Tahrir el Şam Heyeti’ne (HTŞ) bağlı ajans tarafından bölgede çatışmaların başladığı ilk günden bu yana oldukça fazla haber ve materyal servis edildi. DAEŞ unsurlarıyla HTŞ ve muhalifler arasında yaşanan çatışmalara ait video görüntülerinin yanında, DAEŞ unsurlarının HTŞ tarafından yakalandıktan sonra infaz edildiği görüntüler de “İba Haber Ajansı” tarafından kamuoyuna servis edildi. Askeri olarak hızlı davranmasının yanında HTŞ’nin kendi elindeki Arapça medya gücünü de en etkili şekilde kullanmaya çalıştığı görülmektedir. HTŞ’nin yanında Ceyş el Nasr grubu da Hama kırsalındaki bölgede rejim güçlerinin ilerleme girişimlerine yönelik karşı saldırılar düzenliyor. Grubun, HTŞ’ye bağlı muhaliflerle bölgede ortak savunma hattı tuttuğu biliniyor. Ayrıca grup geçtiğimiz 4 Kasım tarihinde Hama doğu kırsalında rejim güçlerine yönelik etkili bir saldırı gerçekleştirmiş ve rejime ait BMP tipi zırhlı araç güdümlü füzeyle hedef alarak imha etmiştir[2] (Bkz: Görsel 9)  Sonuç olarak; Hama’nın doğu kırsalındaki DAEŞ ilerleyişi ilk günlere oranla zayıflatılmış olsa da bölgede çatışmalar halen devam ediyor. Ayrıca DAEŞ halen bölgede tam olarak etkisizleştirilemediği için kontrol alanını genişletebilecek potansiyele sahip. DAEŞ’ın bölgede etki üretebilecek bir potansiyele sahip olması, örgütün karşısındaki güçlerle de doğrudan orantılı. Bölgedeki DAEŞ unsurlarının karşısında düzenli olarak isimlendirilebilecek bir güç yok. HTŞ’ye bağlı savaşcılar her ne kadar düzenli bir şekilde hareket etmeye çalışıp, örgütün bölgedeki ilerleyişini durdurmak isteseler de düzenli bir ordu sistemiyle cephe hattı tutamadıkları için DAEŞ’ın karşı saldırılarına maruz kalıp, bölge kaybedebiliyorlar. Uzun bir süredir rejim güçleri ve müttefiklerinin Hama kırsalında gerçekleştirdikleri ilerleme girişimlerinin hedefinde İdlib’in doğusundaki Ebu Zuhur Askeri Havaalanı bulunuyor. Ekim 2015’ten bu yana muhaliflerin kontrolünde olan havaalanı rejim güçlerinin bölgedeki askeri planları için oldukça stratejik bir konumda. Hama’nın kuzey ve doğu, Halep’in ise güney kırsallarından rejim güçlerinin sürdürdüğü ilerleme girişimlerinin ana hedefinde Ebu Zuhur Askeri Havaalanı’nın olduğu rejim güçlerinin kaynakları tarafından da doğrulanmış durumda.[3] Bu bağlamda bölgeden yayın yapan Esed rejimine yakın bir televizyon kanalı Hama kırsalında rejim güçlerinden bir askeri yetkiliyle yaptığı röportajda bunu açıkça dile getiriyor.[4] Hama kırsalında yaşanan çatışmalar Suriye’deki savaşa büyük ölçüde yön verecektir. HTŞ ve muhaliflerin bu bölgede DAEŞ’e karşı bu şekilde hızlı ve sert müdahalede bulunması bunun önceden fark edilmiş olduğunun bir işaretidir. Hama kırsalındaki ilerleme girişimlerinin HTŞ ve muhalifler tarafından geri püskürtüldüğü rejim güçleri, DAEŞ’ı ön plana sürerek muhaliflerin bölgedeki direncini belli ölçüde kırmak istiyor. Bu bağlamda İran destekli milis güçlerin uzun bir süreden beri Halep’in güney kırsalındaki El Raşadiye köyü yakınlarındaki cephe hattına askeri sevkiyat yaptığı biliniyor. Ebu Zuhur Askeri Havaalanı’nın kontrol altına alınması, rejim güçleri ve müttefikleri için askeri ikmal hattını kolaylaştırıp, İdlib’e yönelik yeni cephe hatlarının açılmasını kolaylaştıracak olmasının yanında, güçlere büyük bir moral-motivasyon desteği sağlayacaktır. Rejim ve müttefiklerinin Hama ve Halep kırsalından Ebu Zuhur Askeri Havaalanı’na olan uzaklığı Rejim güçleri ve müttefiklerinin bölgede gerçekleştirdiği birçok ilerleme girişiminin muhalifler tarafından geri püskürtülmesi, rejim güçlerinin de kendi arasında sorun ve anlaşmazlıklara yol açmıştır. Yerel kaynakların bu konuyla ilgili aktardığı bilgilere göre, bölgede rejim güçlerinin saldırılarını koordine eden askeri yetkilinin değiştirilmesi gündemde bulunuyor. Rejim güçlerinin özellikle Halep’in güney kırsalındaki El Reşadiye hattında HTŞ öncülüğündeki muhaliflere yönelik etkili sayılabilecek saldırı girişimleri olmuştur. Bu bölgede rejim, muhalifler karşısında kısa bir süreliğine de olsa etki üretebilmiş ve belli bölgeleri kontrol almıştı. Ancak muhalifler çok kısa bir süre içinde kaybettikleri bölgeleri rejimden geri almayı başardı. Rejim güçleri ve müttefiklerinin Hama doğu kırsalında muhaliflere karşı gösterdiği saldırı gücü, ülkenin doğusunda Deyr ez Zor kentinde DAEŞ’e karşı gösterilenden farklı. Bunun iki ana sebebi bulunuyor; birincisi rejim güçlerinin bölgede personel eksikliği yüzünden etkili bir saldırı düzenleyecek şekilde koordine olamadığı, ikincisi ise saldırı için doğru bir zamanın kollandığı. Rejim güçleri ve müttefiklerinin büyük bir bölümünün Deyr ez Zor kenti kırsalında DAEŞ’ı bölgeden çıkarmak için operasyon düzenlediği biliniyor. Bölgenin DAEŞ’ten tamamen geri alınmasının ardından güçler belli oranda Hama ve güney Halep bölgelerine kaydırılıp buradaki muhaliflere yönelik, hedefinde Ebu Zuhur Askeri Havaalanı olan etkili bir saldırı koordine edilebilir. Kısacası, IŞİD’in Tahrir el Şam Heyeti (HTŞ) kontrolündeki bölgelere sızması çerçevesinde  Hama ve Halep kırsallarında yaşanan çatışmalar, askeri açıdan incelendiğinde büyük ölçüde Suriye’deki iç savaşa yön verecektir. Suriye’de şu an için etki üretebilecek bir gücü kalmayan DAEŞ’ın Deyr ez Zor bölgesi kırsalından tamamen çıkarılmasının ardından Hama ve Halep kırsalında rejim güçlerinin daha etkili saldırılar gerçekleştirebilmesi ihtimal dahilindedir. Dipnotlar [1] https://twitter.com/hldabdurrahman/status/918459320391651328[2] https://www.youtube.com/watch?v=PSlYbGDQ18I&feature=youtu.be[3] http://almanar.com.lb/2920036[4] http://qa-n.com/1ce7s3n1
SDG’nin eski sözcüsü ABD-PKK/YPG ilişkisini anlattı (2)
SDG’nin eski sözcüsü ABD-PKK/YPG ilişkisini anlattı (2) Talal Silo’nun ilk açıklamasını okumak için tıklayın Suriye Demokratik Güçlerinin (SDG) basın sözcüsü Talal Silo, Türkiye’ye kaçtıktan sonra Anadolu Ajansına önemli açıklamalarda bulundu . Talal Silo’nun yaptığı açıklamaların ikinci ve üçüncü bölümleri önemli konulara ışık tutmaktadı. PKK/YPG’nin petrol sevkiyatları, silah depoları, Akdeniz’e açılma planları, ABD ile iletişim ve Rakka operasyonu gibi birçok konularda çarpıcı açıklamalarda bulundu. Talal Silo’nun itirafları SDG ve ABD arasında geçen bir çok gizli olayı da günyüzüne çıkarıyor. Talal Silo’nun aktardığı bilgilere göre; SDG güçleri Deyr Ez Zor operasyonunu ABD’nin isteği üzerine başlatmış ve Esed rejiminden önce Abu Kemal’e varılmasına yönelik baskı yapmıştır. Verilen bilgilere göre; ABD bu planında başarısız olmuş ve SDG güçleri ele geçirdikleri Konoko gaz tesisi ve çevresindeki petrol sahalarını  vebenzeribirçok bölgeyi Ruslara teslim etmiştir. PKK/YPG kontrolünde olan petrol sahalarının 2012’den beri işletildiğini, PKK kadrolarından Ali Şeyr’in bu petrol sahalarından sorumlu olduğunu ve son döneme kadar DAEŞ üzerinden Esed rejimine petrol satıldığını aktaran Silo, “Petrol konusu örgütün sırrıydı. Sora sora bazı bilgilere ulaştım. Sattıkları petrolün parası, Lübnan bankalarında kendilerine yakın bazı isimlerin hesabına yatıyordu. Sonra para Avrupa’ya aktarılıyordu. İsimlerin hepsi PKK’lı. Konu çok büyük. Her gün yüzlerce tankerle petrol taşınıyordu” dedi. Rejim tarafından ise petrol alımının El-Katırcı diye bilinen bir ordu subayı tarafından yönetildiğini belirtiyor. ABD’li istihbarat yöneticisi ile gerçekleştirilen bir toplantıda PKK’lı Şahin Cilo’ya Deyr Ez Zor operasyonuna karşılık Akdeniz’e açılan bir hattın söz verildiğini ve bu hattın olmaması durumunda PKK’nın oluşumunun bir geleceği olmadığını söylediğini ifade eden Silo, “Kürdistan ve Erbil konusunu örnek gösterdi. Kürdistan’ın denize açılan bir noktası yok. Dolayısıyla diğer tarafları her zaman razı etmek durumunda. Yoksa petrolü nereden ihraç edecek. Mecbur bir noktası olacak, bir liman gibi. ABD tarafı bu konuda söz verdi” dedi. Silo’nun verdiği bilgilere göre; Türkiye’nin Karaçok’ta bulunan PKK/YPG ait silah deposunu ve komuta merkezini vurması üzerine, ABD’li yetkililerinin bölgeye gelip Türkiye ile konuşulduğunu ve bir daha böyle bir saldırının gerçekleşmeyeceğinin sözü verildi. ABD tarafından koruma altında olan Hemin üssünün ana silah deposu olduğu ve bu saldırı sonrasında tüm silah depoların ABD’lilerin olduğu üslere yerleştirdiğini söyleyen Silo, ABD’nin Afrin bölgesi için böyle bir koruma sağlamadığını ve McGurk’un onayı ile Ruslarla bu hususta görüşmeler gerçekleştiğini aktardı. Yakınlaştırmak için tıklayın PKK/YPG’nin Türkiye’nin olası bir Afrin harekatından çok korktuğunu, bölgedeki durumların dışarıya gösterildiği gibi iç açıcı olmadığını ve Afrin’in kaybedilmesinin Akdeniz’e açılma projesini baltalayacağını belirten Silo, “Sonra beni Esed’in amca oğlu Hüseyin Esed aradı. Hımeymim Üssü’nde bulunan Rus tarafıyla SDG arasında bir hat kurmamı istedi. Durumu Şahin Cilo’ya açtım. Bu hattın ABD’yi rahatsız edeceğini söyledi. Ama (sözde YPG genel komutanı) Sipan Hamo, Ruslarla iletişime geçmeyi istedi. Ben de durumu Hüseyin el-Esed’e aktardım. Ardından Rus tarafıyla iletişim kanalı açıldı. Birçok konuda Rusya’dan yardım istiyorlardı” dedi. SDG sözcüsü olarak atanmasının üzerine ABD’li yetkililerce helikopterle Erbil’e götürülüp, Erbil Havaalanındaki ABD üssünde iki gün kaldığını, basın çalışmaları üzerinde konuşulduğunu ve SDG’ye destek veren medyanın belirlendiğini ifade eden Silo, başka bir toplantıda McGurk, General Stephen Townsend ve Votel ile Çelebiye Üssünde görüştüğünü aktardı. PKK’lı Şahin Cilo, SDG adına görüşmelere katılanlan kişileri belirlediğini öğrenildi. SDG adına gerçekleştirdiği basın açıklamaların metnini PKK’lı Şahin Cilo’dan aldığını ve bu metinleri önceden Bahoz Erdal’ın ve sonradan Nureddin Sofi’nin denetlediğini anlatan Silo, ABD’nin isteği üzerine PKK’li Şahin Cilo SDG ve PKK arasında bir ilişkinin bulunmadığına dair bir basın açıklamasını okutturduğunu aktardı. Amerikalıların Suriye’de bir kaç üssü bulunduğunu ve bunlardan birinin  Haseke ile Tel Temr arasındaki İstirahet el-Vezir adlı küçük bir üst olduğunu belirten Silo, “Orada helikopter pisti yaptılar. Yakınında Dirbasiye yolu üzerinde Tel Beyder adlı ikinci üssü kurdular. Burada da helikopter üssü kuruldu. Bize oradan silah veriyorlardı. (Suriye-Irak sınırındaki) Simalka sınır kapısından da geliyordu. Sonra, Çelebiye üssü devreye sokuldu. Burası eskiden (Fransızların Lafarge) çimento fabrikasıydı. Ayn İsa ile Karakozak köprüsü arasındaki Sırrin yakınlarındaydı. Büyük bir ABD üssü inşa ettiler. SDG’ye sağlanan tüm desteğin ana deposu burası. Çelebiye üssü devreye girince yardım arttı. Trump geldikten sonra tam destek aldık. (Irak sınırındaki) Simalka sınır kapısından askeri malzeme taşıyan yüzlerce askeri araç gördük. Hepsi Çelebiye’ye taşınıyor. Buradan SDG’ye gidiyor diye YPG’ye veriliyor“ dedi. ABD’nin silah yardımı dışında askeri eğitim verdiğini, sağlık merkezlerinde ilk yardım ve hızlı cerrahi müdahalerde bulunduğunu söyleyen Silo, ABD’nin Suriye’de 2 bin askeri bulunduğunu ifade etti. Uluslarası koalisyonun Suriye’deki operasyonlarını yöneten ABD’li komutan Tümgeneral James Jerard, ABD Savunma Bakanlığı’na (Pentagon) video konferans ile bağlantı yaptığı konuşmasında; ABD’nin Suriye’de 4 bin askeri olduğunu söylemesi üzerine kendisini Suriye’de 503 ABD askeri var diye düzeltmişti.[1] Silo; McGurk’un etkisinin çok büyük olduğunu, Menbiç operasyonunu Onun önerdiğini, Türkleri ikna edebilmek için çoğunluğun Arapların oluşturduğu Menbiç Askeri Konseyinin kurulması gerektiğini ve aynı öneriyi Rakka için de yaptığını anlattı ve McGurk’un Menbiç Türkmenleri Birliği adı altında hiç kimsenin olmadığı paravan örgüt kurdurttuğunu aktardı. Şahin Cilo’nun komutasındaki SDG’nin izlediği politikaları McGurk’un belirlediğini söyleyen Silo, kendisinin de uydurma isimlerle paravan örgüt kurduğunu belirtti. Rakka şehri için planlanan operasyon için McGurk ve McCain ile görüşmelerde Türkiye’nin teklifinin konuşulduğunu, fakat Şahin Cilo’nun reddi üzerine McCain’in hava savunma silahları haricinde her türlü silah yardımı sözü verdiğini ve Rakka’nın operasyonun sonucunda yerle bir edildiğini söyleyen Silo, Rakka’dan DAEŞ’lıların tahliyesi için “ABD SDG’nin DEAŞ ile müzakerelere başlamasını istedi. Böylece teröristler (Rakka’dan çıkıp Deyr Ezzor eyaletindeki) Ebu Kemal’a gidecek, rejimin ilerleyişini engelleyecekti. 3 bin 500 teröristin çıkışına izin vermek amacıyla görüşmeler yapıldı. 500 kadar da kadın ve çocuk vardı“ dedi. SDG’nin benzer anlaşmaları Menbiç ve Tabka’da da yaptığını aktaran Silo, Rakka’daki tahliye için “Cilo benden basının karşısına geçip bir tiyatro oynamamı istedi. Medya ekibi olarak “tiyatro”yu hazırladık. Oyuna göre, Rakkalı Arap aşiretlerinin girişimiyle 275 yerli DEAŞ’lı terörist SDG’ye teslim olmuştu. Karşılığında kentten sözde 3 bin 500 sivil çıkarılacaktı. (Aslında kimsenin teslim olmadığı) Bu tiyatroda, 275 kişinin varlığını göstermek için Ayn İsa kampından birilerini getirip koydular“ dedi. Silo’nun verdiği bilgilere göre DAEŞ ile yapılan anlaşmalar Ebu Muhammed adlı birisinin arabuluculuğu ve ABD onayı ile gerçekleşmiş, Menbiç’ten iki bin DAEŞ militanı Cerablus’a doğru ve 500 DAEŞ militanı Tabka’dan Rakka’ya doğru tahliye edildi. Dipnotlar [1]http://www.trthaber.com/haber/dunya/abdli-komutandan-suriyedeki-asker-sayisiyla-ilgili-sasirtan-gaf-339758.html
2. Riyad konferansı ve muhalefetin şekillendirilmesi Bilal Salaymeh  
Analiz / Suriye Gündemi 8’nci Cenevre Müzakereleri arefesinde, uzun zamandır tartışması devam eden 2. Riyad Konferansı 22-23 Kasım’da gerçekleştirildi. Suudi Arabistan başkenti Riyad’da düzenlenen (Suriye Muhalif ve Devrimci Güçleri Konferansı) 2. Riyad Konferansı, beklendiği gibi Suriye muhalefeti temsil edecek yeni bir ‘Yüksek Müzakere Heyeti’ (YMH)’nin seçimi ile sona erdi. Fakat konferans pürüssüz geçmedi. Toplantının sonuçlarından birisi ise, YMH başkanlığından istifa eden Riyad Hicab yerine, daha önce Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) Genel Sekreteri ve Şubat 2017’de yapılan Cenevre Müzakerelerinin Muhalefet Delegasyonu Başkanlığını da üstlenen Nasır Hariri getirildi. Konferanstan iki gün önce açıklanan Riyad Hicab’ın istifası, konferans ve olası sonuçları ile ilgili devam eden tartışmalar çerçevesinde okunabilir. Bu tartışmaların ana maddesinin, Esed’in siyasi geçiş döneminde olmamasına yönelik ısrardan muhalefetçe vazgeçilmesi istendiği olduğu iddia edildi. Yeni Yüksek Müzakere Heyeti 144 kişinin katılması ile iki gün devam eden 2. Riyad Konferansının en önemli sonucu Suriye muhalefetini temsil edecek yeni bir YMH’nin oluşturulması olduğu söylenebilir. Temsiliyet açısından 2. Riyad Konferansı yeni grupların katılımıyla genişledi. Zira 1. Riyad Konferansı muhalefeti tek bir çatı altında bir araya getirememişti. Kahire ve Moskova platformları olarak adlandırılan iki siyasi muhalif topluluk, Yüksek Müzakere Heyeti’nde yer almayıp bu yapının dışında kalmıştı. Kahire Platformu 2. Riyad Konferansına katılıp yeni oluşturulan YMH’ninde de yer aldı. Yalnız Moskova Platformu 2. Riyad konferansına katılmadı. Moskova Platformu,  Esed’in ayrılmasına ilişkin herhangi bir önşartı kabul etmediğinden 1. Riyad konferansına katılmamıştı. Aynı sebepten dolayı davet edilmesine rağmen 2. Riyad konferansına da katılmadı. Ayrıca ‘Hazırlık Komitesi’ 2. Riyad Konferansına müzakere heyetinin ortak vizyonu üzerine fikir birliği sağlanamadı diyerek konferansa katılmayı reddetti.[1] 9-10 Aralık 2015’te kurulan ilk YMH’de hem Suriye içindeki ve dışındaki siyasi muhalif gruplar hem de askeri gruplar yer almıştı. Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) 9 kişiyle, Ulusal Koordinasyon Komitesi 5 kişiyle, Askeri gruplar ise 10 kişiyle yer almış, ayrıca heyette 8 bağımsız kişi bulunmuştu. 2’nci Riyad Konferansında oluşturulan yeni YMH sandalyeleri ise şu şekilde dağıtılacağı konuşuldu: SMDK 6, Koordinasyon Komitesi (Suriye içinden) 6, Kahire Platformu 4, Moskova Platformu 4, Bağımsız 15, askeri gruplar 10 ve aşiretler temsilen 2 kişi[2]. Birinci YMH ise, askeri gruplardan 11, SMDK 9, Koordinasyon Komitesi 6 ve 8 bağımsızdan oluşuyordu.[3] 1. Riyad konferansında pozisyonunu zayıflatan İstanbul merkezli Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK), ikinci Riyad konferansında daha zayıf bir konuma gelmiştir. Nitekim yeni YMH tarafından 8. Cenevre müzakerelere katılacak muhalefetin delegasyonu 23 üyeden oluşuyor. Delegasyon; SMDK’den 4, Koordinasyon komitesinden 3, Kahire Platformundan 4, Moskova Platformundan 3, Bağımsızlardan 6, Askeri grupların temsilcilerin 3 üyeden oluşuyor. Yeni YMH tarafından oluşturulan müzakere delegasyonun üyelerinin dağılımı ile eski YMH oluşturduğu delegasyonun dağılımıyla kıyasladığımız zaman, Kahire ve Moskova Platformu temsilcilerinin yeni katılımının yanı sıra bağımsızların da sayısının arttığı, askeri grupların temsilci sayısının ise 10’den 3’e azaldığı, SMDK ve Koordinasyon Komitesinin sayıları muhafaza ettiği görülüyor. Ademi Merkeziyetçi Suriye ve Esed’in Geleceği Riyad konferanslarından çıkan bildiriler, müzakerelerde muhalefet delegasyonları için bir referans teşkil edecek bir belge olduğu için önem arz etmektedir. İki bildiri incelendiğinde iki husus ön plana çıkıyor. Birincisi Suriye’nin rejimin gelecekteki şekli, ikincisi ise  Esed’in geleceğidir. 2’nci Riyad Konferansından sonra yayımlanan bildiri, daha önce 1. Riyad konferansından çıkan bildiri[4] gibi, ‘Suriye’nin toprak bütünlüğünü’ belirtse de özellikle Suriye’de kurulacak siyasi rejimin ‘İdari yönetiminde ademi merkeziyetçi’ bir rejim olması gerektiği vurgulanıyor. Kurulacak rejimin ademi merkeziyetçi ilkesine benimsemesi, Rusya’nın Suriye için hazırlandığı yeni anayasa çalışmaları vizyonunu örtüyor. Bildiride dikkat çeken ve 1. Riyad bildirisinden farklı olan husus ise, Esed’in geleceği meselesidir. Muhalefetin ve devrimci güçlerin çoğu bu konuda hemfikir olsa da, Kahire Platformu veya Rusya tarafından desteklendiği söylenen Moskova Platformu bu pozisyonu benimsemiyor. Moskova ve Kahire platformların sahada karşılığı bulunmamasına rağmen, uluslararası veya bölgesel devletlerden aldıkları siyasi destekle masaya oturmaya başardılar. 2’nci Riyad Konferansın bildirisi ‘Esed, geçici dönemin başladığı anda gitmesi gerektiğini’ açık bir şekilde ifade ederken, Kahire ve Rusya Platformları bu ifadeye karşı çıkmıştı. 2. Riyad bildirisinde[5] ise Esed’in gitmesinden bahsedilse de, yapılacak müzakerelerin önkoşulsuz olacağını belirtildi. Bildiride ayrıca ‘önkoşulsuz doğrudan müzakereler demek, bütün konular masaya yatırılır ve müzakere edilir demektir. Ayrıca herhangi bir tarafın önkoşul koyma hakkı yoktur’ ifadesi kullanıldı. Bu ifadenin Esed’in gitmesi konusunun YMH açısından müzakere edilebilecek bir husus olduğunu kabul etmek anlamına geldiği şeklinde yorumlandı. Bu açıdan 1. Riyad bildirisi siyasi çözüm olarak siyasi geçiş dönemini vurgularken, 2. Riyad konferansın bildirisi siyasi çözüm olarak yeni anayasa yazımı ve seçim yapılmasını öne çıkardı . 2. Riyad konferansında önerilen siyasi çözüm, Rusya’nın Soçi konferansında önerdiği siyasi çözüm vizyonuna uyuyor. 2. Riyad Konferansı ve İtirazlar 2’nci Riyad Konferansı düzenlenmesinin öncesinde itirazlar başlamıştı.. En belirgin itirazı YMH’nın başkanı Riyad Hicab istifa ederek yapmış olsa da, keza aynı şekilde SMDK’nın eski başkanı Halit Hoca başta olmak üzere muhalefetin birçok önde gelen isimleri de konferansı açık bir şekilde eleştirdi.[6] Bu bağlamda, konferansından iki gün önce 20 Kasım tarihinde onlarca muhalif aktivist ve siyasetçi tarafından imzalanan bir bildiri ile 2. Riyad konferansı eleştirildi. Bildiride[7], Esed’in gitmesinin Suriye devriminin tartışılmaz bir prensibi olduğu aktarıldı. Bu prensibe katılmayan Moskova Platformunu ağır bir dilde eleştirerek, muhalefetin delegasyonunun yerine Esed rejimin delegasyonunda yer alması gerektiğini öne sürüldü. Suriyeli muhalefetin konferansa yönelik eleştirileri konferansın düzenlenmesinden sonra da devam etti..  Muhalefetin önemli yapılanmaları ve şahsiyetleri (Suriye Halkına Beyanname) adı altında imzaladığı bir bildiride[8], 2. Riyad Konferansının sonuçlarını reddedip YMH yeniden yapılanması başta olmak üzere alınan kararların Suriye halkını ve devrimini temsil etmediğini iddia etti. Beyanname, ‘Esed’in gitmesi müzakere edilmez bir prensiptir ve siyasi geçişi sağlayabilmek için kesin bir şarttır’ denildi. Ayrıca 2. Riyad Konferansı , Esed’in düşürülmesi yerine yeni anayasa ve seçimin yapılmasını kabul etmek ile suçlandı. Beyannameyi imzalayanlar arasında; Suriye Ulusal Konseyi, Halit Hoca, Georga Sabra, Suheyr Atasi, Lebib Nahhas, Muhammet Faruk Tayfur ve Suriye muhalefetinde önde gelen 200’e yakın ismi bulunuyor. Keza aynı şekilde aralarında Ahrar’uş Şam ve Nurettin Zengi hareketinin de  bulunduğu 21 askeri grubun, 28 Kasım’da yayınladıkları bildiride 2. Riyad Konferansının sonuçlarını reddetti. ‘Suriye devrimin düşmanları’ olarak adlandırdıkları Kahire ve Moskova Platformlarının müzakere heyetine dahil edilmesini veya edilmeye çalışılmasını sert bir dille eleştirdi. Diğer taraftan Suriyeli muhalefet içerisinde 2. Riyad Konferansın sonuçları olumlu olduğu iddia eden de oldu. Suriye Muhalif Geçici Hükümetinin eski başbakanı Ahmet Tuma, 2. Riyad Konferansı muhalefeti tek bir çatı altına getirerek yeniden Cenevre sürecini canlandıracağını söyledi[9]. Sonuç itibarıyla müzakere masasında kalmakta zorluk çeken Suriye muhalefeti, 2. Riyad Konferansı ile yeni bir Yüksek Müzakere Heyeti ile Cenevre’de temsil edilecek. Bu yeni oluşum muhalefetin temsilciliğini şekillendireceği gibi, hem Suriye’nin geleceğini hem de muhalif yapı ve oluşumlarını da etkileyecektir. Dipnotlar [1] Al-Arabi Al-Jadid, Minasat Mosko Tukat’i, 22 Kasım 2017 https://goo.gl/Jr4BrY [2] Shaam Network, Mukhrajat Riyad 2, 32 Kasım 2017 https://goo.gl/HsXxjT[3] Al Souriye, İrtifa Added El Hayet El Ülye Lil Tefawd 11 Aralık 2015, https://goo.gl/b7BdwI[4] El-Bayan El-Hitami li-Mütemer Er-Riyad 10 Aralık 2015 http://www.all4syria.info/Archive/276876[5] 2. Riyad Konferansın bildirisinin tam metni https://docs.google.com/viewerng/viewer?url=http://almodon.com/file/Get/c0d4b4dc-cfa3-4b32-bf1d-b9c11769fc68[6] Halit Hoca, El Thawra El Suriyye Bayn Khiyar El Mutawala wa Fakh El Musawama, 18 Kasım 2017 https://goo.gl/bDgvqB  [7] Bayan ile Mütemer El Suriyyen Fi El Riyad, 20 Kasım 2017 https://docs.google.com/document/d/1zVVMOZY4ZNqRN6gCcdK_eLQYm5pL8CoPFx8n1ULIn8U/mobilebasic[8] Suriye Halkına Beyanname https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLScZ8X-b03FkC3Uoa2BZuMsKfk_g05wF4HiEE2ov_BSPxXwfyA/viewform[9] https://twitter.com/Drahmadtoma1965/status/935562632924450816
SDF spokesman tells about the USA-PKK relations in Syria
Report / Suriye Gündemi Talal Silo, the spokesman of the Syrian Democratic Forces (SDF), has made important statements to the Anadolu Agency, after he fled towards Turkey. According to Silo, the SDF is controlled by the Kurdish terrorist organization PKK, and it is known to US officials. Silo confessed that the PKK is controlling the arms given to the SDF. Talal Silo’s statements are a high-level testimony and confession. Especially the statements about irregularity, falsified signatures and name ‚games‘ realized as a result of McGurk’s directive are important. Silo said that he went to Afrin at the beginning of August 2015 and participated in the structuring of the FSA-inspired militia Jaysh al Thuwwar. The process was led by PKK regional director Hacı Ahmet Hudro. “Ebu Ali Berad was at the head of the Arabs, Selah Çebbo at the head of the Kurds. I was responsible for the Turkmens. I worked under the management of Jaysh al Thuwwar. But the decision-maker was Hudro (PKK). Then they told me to join SDF. The first meeting for it was with PKK region manager Sahin Cilo.” he said. Silo made some noteworthy comments about the establishment of the SDF. The first meeting of the so-called SDF was held on 15 October 2015, but the foundation was declared as October 10. The reason for this irregularity was, the US has carried out arms shipments on 10 October in the Hasakah region, Silo informed. This date announcement was particularly requested by PKK’s Sahin Cilo to justify weapon shipments between 10 and 15 October. According to Silo US fostered the formation of a SDF umbrella, because arming YPG would lead to problems in an international level. Silo said that the foundation of the SDF was other then assumed realized at the request of the USA: “It’s just a name. It’s nothing else. We get everything including the salary from the YPG. The main reason for the establishment of the SDF is the United States. The US administration wanted to give the Kurds weapons. The SDF is only one theater. It’s referring to the union of the components, but it‘s nothing like that. The US gave the leadership to Kurds and the PKK”. He also criticized the SDF for deals with ISIS and that it forces civilians to migrate, destroying houses and not giving peace to people living in refugee camps. Silo said that weapons shipments from the United States were merely signed by symbolic Arab deputies within the SDF, but weapons were in reality handed over to the PKK leader Safkan from Turkey. “The pureblood would take the weapons only one place they knew. It goes on like this again. For example, in the operation of Manbij, all weapons (on paper) were delivered to the Arab Abu Amjad. They did knowingly, it was a theater”, the former SDF spokesman added. All these ideas to build up a PKK-led “multi-ethnic” force came from by McGurk according to the Silo. The ethnic Turkmen leader informs further that during the Raqqa operation and the Deir Ezzor operation, McGurk ordered the establishment of symbolic organisations like the Deir Ezzor Military Council or the Arab Coalition in Raqqa. While weapons were officially send to these symbolic organisations, they were again actually handed over to YPG. Although the consideration of the YPG is not logically justifiable in the majority of Arab regions, Brett McGurk has again favoured the YPG. This leads to the conclusion that McGurk, the special representative of the international coalition, has abused his duty and deceived the international public consciously. Remarkable is that the senior PKK official Şahin Cilo, who is on Turkey‘s most wanted list, was handing over the list of needed weapons to US officials, another indication that the USA have no problems in maintaining direct contacts with the terrorist PKK. “Everybody knows Şahin Cilo. He is responsible for all the work. His assistant was Kahraman who is also from the PKK leadership. I was the authorized officer number three. At every point in Syria there are control points and follow-up teams of the PKK. There is a PKK leader in the court, including the civilian assembly, health and all other areas“, Silo noticed. The former SDF spokesman underlines that the YPG is actually led by PKK‘s Qandil veterans in Syria. He says: “Although Cilo is president, Bahoz Erdal has the authority over him. Bahoz also receives instructions from Qandil by Sabri Ok. After Erdal was called back to Qandil, Nureddin Sofi came instead. They gave the instructions to Cilo. Cilo and his assistant Kahraman is only in the leading team. There are many offices, but there are no new names due to the disputes between them. Hajji Ahmet Hudro, Mahmut Berhudan and Nocin (a women) are the PKK and YPG officials in Afrin. Administratively the entire region is managed by Halil Tefdem. Again Bahoz Erdal gives him instructions. Ismail Direk, one of the PKK leaders, is heading the region of Manbij. The military officer is Cemil Mazlum. Raqqa’s military and civilian manager is Hasan, who came from Europe. Polat Can who is one of the leading names of the PKK is responsible for Deir Ezzor. Nureddin Sofi went to Qandil during Karayılan’s press conference. Then he came back. They are going and coming secretly.” Silo claimed the total number of militants in the SDF is around 50.000. About 70 percent of the number is considered part of YPG. In the whole „multi-ethnic force“ only 65 militants were Turkmen and Syriac Military Council has about 50 men. Silo also mentioned the Sanadid force from the Shammair tribe within the SDF, saying that Sheikh Bender is leading, but the group is ignored by PKK. The statements made by Talal Silo to the Anadolu Agency confirm assumptions of Turkey-based analysts and the Turkish state on the SDF-YPG-PKK relationship. In fact, there is no real division existing between these different militias. Washington is playing a questionable game. While it praises cooperation with Turkey against the arch-enemy of NATO ally Turkey, the USA is cooperating with the PKK in Syria under a different name at the same time. Washington Silo‘s testimony, could strenghten Turkey‘s hand to pressure the US side. However, the question maintains if McGurk can be sanctioned for irregularities in his work. He is regarded as the undisputed US decision-maker over Syria, who will ultimately draw the USA into new crises with Turkey. Turkey is more than ever ready to cooperate with opponents of the USA, Assad and Iran, when it comes to the PKK/YPG in Syria, which operates under the cover of the SDF.