Analiz
“Mürted” ile “Makul” Olmak Arasında – Heyet Tahrir el Şam: Nereye Doğru? Kutluhan Görücü
“Mürted” ile “Makul” Olmak Arasında – Heyet Tahrir el Şam: Nereye Doğru?
Kısa Tarihsel Süreç
Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) Nusra Cephesinin feshedilerek ilan edilen Şam’ın Fethi Cephesi’nin (ŞFC) genişletilmiş bir koalisyonu olarak 28 Ocak 2017’de kurulmuştur.[1] Nusra’dan hatta Irak İslam Devleti’nden HTŞ’ye yaşanan bu değişimlerin DEAŞ’ın aksine El Kaide’nin yerelleşme çabası bağlamında Nusra ile paralellik arz ediyordu. Ancak Nusra’nın feshinden itibaren Culani ile El Kaide liderliğinin ‘biat bozma’ konusunda farklı görüşlerde olduğu bilinmekteydi. El Kaide lideri Zevahiri’nin de açıktan bu durumu dile getirmesiyle aslında konu medyanın da bilgisine açılmıştı. Bu sürecin ardından Heyet Tahrir el Şam içerisinden Hurras ed Din grubunun çıkması da El Kaide merkez teşkilatının bilgisi ve onayı dahilinde gerçekleşti. Bu durum HTŞ’yi retorik anlamda zor durumda bıraksa da, İdlib bölgesindeki dengeler, yeniden HTŞ’yi güçlendirdi.
Nitekim HTŞ’nin Nureddin Zenki grubuyla başlayıp, Ahrar el Şam ve Şukur el Şam gibi gruplarının da dahil olduğu iç savaş sürecinden zaferle ayrılması bölgedeki HTŞ hakimiyetini tahkim etti. Ancak Rusya ve İran destekli Esed rejimin gerçekleştirdiği saldırılar neticesinde ciddi bir alan ve prestij kaybeden HTŞ, TSK destekli Suriye Milli Ordusu birliklerinin de İdlib’e gelmesine bu kez olanak tanımak zorunda kaldı. Nitekim TSK’nın da 2 Şubat’tan itibaren İdlib sahasına ciddi manada yığınak gerçekleştirmesiyle dengeler HTŞ aleyhine değişmiştir. Ancak şuan İdlib sahasında odak, rejim ile savaşmak olduğu için bu durum gündemde değildir. Buna rağmen rejimle olan mücadelenin başarıyla bitirilmesi durumunda yeniden zuhur edeceği de açıktır. Keza şuanda dahi Esed ile savaş sonrası İdlib’in geleceği konuşulmaya başlanmış durumdadır.
HTŞ İçindeki Tartışmalar
HTŞ içerisindeki tartışmaların tarihine bakıldığında Nusra Cephesi’nin feshine hatta kadar götürülebilir. Ancak ŞFC’den sonra dahi bu tartışmalar medyaya asgari ölçüde yansıyarak devam etmiş, HTŞ projesinin de muhalif örgütlenmeleri tek çatı altında toplama amacı bakımından başarısız olmasının ardından ayyuka çıkmıştır. Nitekim Hurras ed Din’in ayrılışı da bu sürecin ardından gelmiştir.[2] Keza daha ılımlı olarak nitelendirilebilecek gruplar da (Nureddin Zengi vb) HTŞ’den süreç içerisinde ayrılmıştır. Son gelinen noktada HTŞ içerisindeki tartışma, grubun yerel, ulusal ve uluslararası sıkışmışlık içerisinden nasıl çıkabileceği üzerinedir. Bu tartışmalardan başlıcası grubu yeniden feshederek, başka bir yapıya bürünmesini temel almaktadır. HTŞ, bu iddiaları basın önünde reddetse de grup içerisinde bu fikir teatilerinin gerçekleştirildiği bilinmektedir. HTŞ içerisinde bu tartışmalar yapılırken grubun bir nevi yeniden retorik düzeyinde dahi olsa eksen kaydırmasının grup içerisindeki radikal eğilimli unsurların başka gruplara dağılabileceği endişesini de beraberinde getirmektedir. HTŞ için zorlukların başında da bu endişenin olduğunu ifade etmek yerinde olacaktır. Bunun yanında yıllarca El Kaide’nin “küresel cihad” retoriği ile Afganistan ve Irak gibi sahalarda savaşan bir lider kadrosuna sahip HTŞ’nin bu ideolojik angajmanları taşımasıdır.
Ancak bu noktada El Kaide’nin de biat ettiği Taliban’ın (Afganistan İslam Emirliği) Afganistan sahasında izlediği stratejiye örnek oluşturmaktadır. Nitekim, El Kaide retorik düzeyde “küresel cihad” söylemini sürdürse de başta Suriye olmak üzere birçok sahada yerelde alan kazanmaya odaklanmıştır. Elbette bu ‘küresel cihad’ anlayışını DEAŞ’ın üstlenmesine ek olarak, El Kaide’nin bu tarz bir savaş yürütebilecek bir kapasite yoksunluğundan da söz etmek gerekir. Nitekim, DEAŞ da “hilafet” ilanı ile birlikte arkasına aldığı rüzgarı kullanarak bu tip eylemleri gerçekleştirmiş ancak kalıcı bir düzleme oturtamamıştır.
Bugün gelinen noktada, “küresel cihad” fikrine sahip birçok kişi veya grupta ‘cihadın metodolojisine’ dair tartışmalar sürmektedir. Her savaş ve alınan yenilgiler yeniden tartışmaları alevlendirse de genel kanının daha da ılımlı bir zemine kaydığını görmek mümkündür. Ancak buna rağmen belirli bir kesim özellikle yabancı savaşçılar için süreç daha da radikalleşmenin önünü açmaktadır. Hurras ed Din örneğindeki radikalleşmenin yanında, El Kaide nostaljisi ve liderlik çekişmesi de yer almaktadır. HTŞ’nin giderek yerelleşmesinin aksine Hurras ed Din’in genel tavrı; ideolojik disiplini yeniden yakalamak ve savaşı toprak kontrolü üzerinde değil de “gerilla taktikleri” ile vermek isteyen bir düşünce olarak okumak yerinde olacaktır.
El Kaide’nin Açmazları
El Kaide fenomenine alternatif olarak DEAŞ’ın ortaya çıkması ve bir anda küresel tehdit haline gelmesi El Kaide’nin de planlarını bozdu. Nitekim birçok bölgede El Kaide’ye bağlı yapılar, DEAŞ liderliğine katıldı. Usame Bin Ladin’den sonra karizmatik bir liderlik, eylemsel veya söylemsel yeni bir soluk arayışında olan El Kaide’nin tüm ezberlerini bozan, bunun yanında El Kaide ile pratik eylemlerde farklılaşan ve bu yönüyle vahşetin merkezi haline gelen DEAŞ, El Kaide sempatizanlarını dahi şaşkına çevirdi.
2014 – 2018 yılları arasında şahit olunan bu süreç, tüm “küresel cihad” çevrelerindeki okumaları çöpe attı. Buna rağmen, DEAŞ’a karşı mahcup hisseden bir kitle de mevcuttu. Bugün, Hurras ed Din’in ittifak kurduğu eski Cundu’l Aksa bugünün Ensar el Tevhid’i bir yönüyle bu noktayı temsil etmektedir. El Kaide veyahut ‘küresel cihad’ çevrelerinde “Makul” ile “Mürted” olmak arasında gidip gelen zihinler, DEAŞ fenomeni yıllarında savruldu.
Yemen’de El Kaide, Mukalla şehrinden siviller zarar görmesin diye çekilirken[3], bugün Hurras ed Din, HTŞ liderliğini Türkiye’nin bölgedeki nüfuzu nedeniyle suçlar noktada. Savaşın kaybedildiği açıkça ortada olmasına rağmen ve HTŞ nedeniyle hiçbir ağır silaha sahip olmayan Hurras ed Din, İdlib’teki sivil halkı düşünmek yerine, Yemen’den farklı olarak başka bir tavır takındı. Bugün takınılan bu tavır (HTŞ dahil), 1.6 milyon İdliblinin yerlerinden edilmesine yol açtı. Ancak akılda tutulmalı ki, HTŞ’nin hareket kabiliyetini kısıtlayan en büyük engel de geçmiş El Kaide bağlılığı ve zihinsel bulanıklıktır. Ezcümle burada çerçevelendirilmek istenilen husus, bir El Kaide yok ve savrulmanın önü açık. Tüm bunlarla birlikte ‘mürted’ ve ‘makul’ olmak arasındaki ikilem hala en büyük psikolojik eşik.
Taliban Üzerinden Yeni Bir Okuma mı?
Taliban’ın ABD ile bir barış anlaşması imzalayarak[4] bir nevi Afganistan’da zafer ilan etmesine paralel olarak, ABD kanadından HTŞ’ye yönelik olumlu nitelendirilebilecek yorumların gelmesi, ABD’nin paradigma değişimi olarak okunabilir mi, sorusunu akıllara getirdi. (Barış görüşmeleri, süreç ve anlaşma kast edilmektedir) 2019’da ABD’nin dünyadaki El Kaide varlığı açıklamasında Suriye’de yalnızca Hurras ed Din’i belirtmesiyle başlayan süreç, James Jeffrey’in ‘’…öncelikli olarak Esed rejimiyle mücadeleye odaklanmış durumdalar. Henüz biz bu iddiaları kabul etmedik ama kendileri, terörist değil vatansever muhalif savaşçılar olduklarını iddia ediyorlar. Bir süredir uluslararası bir tehdit oluşturduklarını görmedik’’ ifadesi[5] ve ardından BM yetkilileri ile birlikte HTŞ’nin kontrol ettiği İdlib’e geçiş yapması bu anlamda birlikte okunabilir. Resmi doğru anlayabilmek adına ABD, yıllardır savaştığı ve hala muhtelif bölgelerde El Kaide’ye karşı savaşını sürdürdüğü halde El Kaide bağlantılı olarak terör listesine aldığı HTŞ’nin bölgesine özel temsilci seviyesinde giriş yaptı. Elbette bu süreçte, sahada görülen ABD’nin İdlib bölgesinde özellikle Hurras ed Din örgütünü hedef almasıdır.[6]
Bu noktada ikinci bir soru devreye giriyor: ABD, örgütlerin ihtilaf noktalarını iyice kaşıyarak, bölünmenin önünü mü açıyor? Bu soru aslında örgütler içerisinde de dile getirilen ve ABD’nin özellikle 11 Eylül sonrasında bu tip örgütlenmelerin formlarına iyi çalışmasından kaynaklanmaktadır. Hurras ed Din’in ilan edilmesinin ardından ABD’nin HTŞ’ye değil de sürekli olarak Hurras ed Din’e yönelik nokta saldırılarda bulunması bu minvalde de okunabilir.
Eğer ki Sünni siyasal veya askeri örgütlenmeleri, özellikle de El Kaide ve türevlerini, ABD perspektifinden okuduğumuzda karşımıza yeni bir gerçeklik çıkabilme ihtimali var. Özellikle Trump yönetimi ile birlikte iyice görünür hale gelen ABD’nin dış politika öncelikleri arasında (İsrail paralelliği hariç tutulduğunda) Ortadoğu yok. Giderek küresel ekonominin merkezi haline gelen Asya ülkeleri ve özellikle Çin, ABD’nin odak noktası haline gelmiş durumda. Bu zaviyeden bakıldığında ABD’nin Ortadoğu veya “küresel cihad” eksenli güvenlik ve askeri maliyetlerini yeniden üstlenmek gibi bir niyeti olmadığı anlaşılıyor. Afganistan’da Taliban ile barış anlaşması ve devamındaki çekilme sürecini bu perspektiften okuma şansımız mevcut. Elbette, Trump’ın deyimi ile bitmeyen savaşlara bir son verme güdüsü ve bir yenilgi de olduğu ortada. Bu durumun İdlib sahasına nasıl yansıyacağı ise bir muamma, ABD’nin El Kaide ile olan savaşını bırakmasını istemeyen ve buna bağlı olarak Taliban ile anlaşmayı doğru bulmayan çevrelerde bulunmaktadır. Ancak bu noktada şu ifade edilebilir, ABD El Kaide ile olan savaşı stratejik seviyeden taktik seviyeye çekme arayışı içerisindedir. El Kaide’nin mevcut kapasitesi de buna yol açmaktadır.
Yemen & Mukalla Modeli
İdlib sahasında ABD, El Kaide’yi küresel bir tehdide dönüşmediği takdirde görmezden gelebilir, keza El Kaide’de Suriye savaşı boyunca bu doğrultuda bir politika izlemiştir. Bu İdlib’in normalleşmesindeki küresel baskıyı hafifleten ve başta ABD olmak üzere Batı dünyasının önceliklerini mülteci krizine çeviren bir anlayışı oluşturmuş durumda.
Bu çerçevede İdlib, Türkiye ve hatta Avrupa’nın Suriye siyasetinin merkezi konumuna gelmiştir. En önemli gündem başlıkları ise; siviller, bölgeye Rusya ve İran’ın tamamıyla hakim olmasının önüne geçmek ve muhalefetin anlamlı bir varlığı. Bu anlayışa rağmen, Moskova’da ortaya çıkan ateşkesin sürdürülebilir olması için bölgenin yeni bir momentuma ihtiyacı bulunmaktadır. Bu da açık olarak HTŞ, Hurras ed Din ve diğer örgütlenmelerin yeni bir okumayla Türkiye’nin İdlib’te daha fazla aksiyon alabilmesinin önünü açmalarından geçiyor. Burada, Yemen & Mukalla modeli en uygun seçenek olarak karşımıza çıkıyor. El Kaide liderliği ve İdlib halkı başta olmak üzere, tüm çevrelerin çağrısı ile birlikte El Kaide ve ‘türevleri’ bölgedeki etkinliğini sonlandıracak veya başka bir forma bürünecekler. Nitekim El Kaide okumasına göre de “Mürted” olmadan “Makul” olabilmek mümkün.
[1] HTŞ Lideri: Ebu Muhammed el Culani, Suriye Gündemi, 10 Mart 2020, https://www.suriyegundemi.com/2020/03/10/hts-lideri-ebu-muhammed-el-culani/
[2] Suriye’de El Kaide Bağlantılı Grup: Hurras ed Din, Suriye Gündemi, 11 Eylül 2018, http://www.suriyegundemi.com/2018/09/11/suriyede-el-kaide-baglantili-grup-hurras-ed-din/
[3] Al Qaeda in Yemen confirms retreat from port city of Mukalla, Reuters, 30 Nisan 2016, https://www.reuters.com/article/us-yemen-security-alqaeda/al-qaeda-in-yemen-confirms-retreat-from-port-city-of-mukalla-idUSKCN0XR0FY
[4]Shereena Qazi, Afghanistan’s Taliban, US sign agreement aimed at ending war, Al Jazeera, 29 Şubat 2020 https://www.aljazeera.com/news/2020/02/afghanistan-taliban-sign-deal-america-longest-war-200213063412531.html
[5] M. Şakir Saraç, HTŞ ile Barışma Sinyali, Yeni Şafak, 6 Şubat 2020, https://www.yenisafak.com/dunya/hts-ile-barisma-sinyali-3524549
[6]https://twitter.com/Charles_Lister/status/1145695395361828864?s=20 , Syria’s war: US ‘targets al-Qaeda leaders’ in rebel-held Idlib, Al Jazeera, 1 Eylül 2019, https://www.aljazeera.com/news/2019/08/syria-war-targets-al-qaeda-leaders-rebel-held-idlib-190831185353770.html
Türkiye İdlib’deki asker caydırıcılığını devam ettirmek zorunda Can Acun
Son birkaç haftadır Esed rejimine bağlı güçler, Rusya ve İran’ın yoğun desteği ile İdlib’e kapsamlı bir askeri harekat başlatırken ilgili koalisyonun siyasal bir çözüm iradesinden uzaklaşarak askeri bir çözüm arayışı içerisine girdiği görüldü. Esasında geçen yıl Ağustos ayından itibaren kademeli olarak İdlib’i tamamen ele geçirmeye yönelik bir harekat tarzının içinde olan rejim, Rusya ve İran, muhaliflerin askeri olarak zayıflamasını büyük bir fırsat gördüler. Trump iktidarı döneminde ABD’nin Suriye’de bir aktör olarak gücünün azalması gibi faktörler de bir araya gelince İdlib’e harekat başlatmakta tereddüt göstermediler. Temelde amaçları İdlib’in tamamını ele geçirerek muhalifleri topraksızlaştırmak ve Suriye’de devam eden siyasal çözüm sürecini anlamsızlaştırarak Esed rejimini mevcut haliyle tüm ülkede yeniden iktidar kılabilmekti.
Ancak Türkiye attığı askeri adımlarla sahadaki askeri gerçekliği yeniden değiştirmeye başladı ve İdlib’in en azından M4-M5 hattının kuzeyinde kalan bölgelerinin muhafazasını sağlamayı başardı. Sahada oluşan askeri denge ise Moskova’daki liderler zirvesinde tescil edilerek İdlib’de şimdilik yeni bir statüko oluşturuldu.
Askeri denklem
Moskova’ya giden sürecin hayata geçmesinde Türkiye’nin sahada askeri olarak caydırıcı bir güç olarak tezahür etmesi belirleyici oldu. Rejimin, İranlı milisler ve Rus hava kuvvetlerinin desteğiyle başlattığı İdlib harekatında muhalif güçlerin askeri olarak direnç gösteremeyeceği kısa sürede ortaya çıkınca, Türkiye en azından askeri maliyeti yükseltme stratejisini hayata soktu. Muhalif grupları hafif ve ağır silahlarla desteklemeye başladı. Yine kurtarılmış bölgelerde Türkiye tarafından eğit donat sürecinden geçirilen Mili Ordu unsurlarını bölgeye taşıdı. Bu durum rejim güçlerine ciddi kayıplar verdirtse de ilerlemelerini engelleyemedi. Türk gözlem noktalarının da muhasara altına alındığı bir şekilde rejim güçleri ilerlemeye devam etti. Ardından Türk ordusu doğrudan askeri tahkimat yaparak İdlib’e girdi ve belli hatları tutmaya başladı. Nihayetinde Türk askerlerinin hedef alınması sonrasında ise rejim güçlerine yönelik askeri angajman kuralı değiştirildi ve doğrudan vurulmaya başlandı. Bahar Kalkanı Harekatı olarak isimlendirilen bir harekatla rejim ve Şii milislere yönelik SİHA filoları, ateş destek vasıtaları ve desteklenen muhaliflerle ciddi kayıplar verdirildi. Rejim adına bu kayıplar sürdürülemez bir noktaya ulaşmışken Rus hava kuvvetleri de muhalifleri daha fazla hedef alarak karşılıklı olarak eskalasyon artırıldı. Sürecin ve çatışmanın dinamiği vekaletler savaşından doğrudan devletler arası çatışmaya doğru dönüştüğü bir dönemde Moskova’da taraflar bir araya gelerek bir ateşkes konusunda anlaşmak durumunda kaldılar.
Moskova denklemi
Türkiye ve Rusya çatışmaların İdlib sahasında eskale olmaması ve ikili ilişkileri tamamen esareti altına almaması adına çeşitli tavizler vererek bir anlaşma zemini oluşturmayı başardı. Her ne kadar sürece ilişkin önemli belirsizlikler olsa da bir ateşkes hayata geçmiş oldu. Burada M5 hattındaki rejim kontrolünün devam edeceği, M4 hattında ise Türk-Rus ortak devriyelerinin gerçekleştirileceği anlaşılıyor. Muhasara altındaki Türk gözlem noktalarının kaderini ise Türk ve Rus askeri heyetlerinin yapacağı görüşmeler belirleyecek. Türkiye ilgili ateşkes anlaşmasını bir fırsata çevirerek M4 ve M5’in kuzeyindeki sahada bir güvenli bölge oluşturacak şekilde alan hakimiyeti oluşturup burada ateşkesi tehdit edebilecek radikal yapıları elimine edecek şekilde bir hareket tarz benimsemeli. Askeri açıdan da Rusya, İran ve rejimi caydıracak şekilde varlığını sürdürmeli. Rusya, İran ve rejimin temel hedefinin siyasal çözümden ziyade askeri çözüm olduğunu, fırsat ve imkan bulduklarında İdlib’e yönelik yeni bir harekat başlatma ihtimalinin yüksek olduğunu bunun bilincinde olan Türkiye İdlib sahası başta olmak üzere tüm kurtarılmış bölgelerde caydırıcı bir askeri güç inşa etmesi gerektiğini unutmamalı.
Kaynak: https://www.sabah.com.tr/yazarlar/perspektif/canacun/2020/03/07/turkiye-idlibdeki-askeri-caydiriciligini-devam-ettirmek-zorunda
Rusya’nın Suriye’deki Paralı Askerleri: Wagner Kutluhan Görücü
Suriye’de Wagner varlığının başlangıç zamanı bilinmemekle birlikte Rusya’nın Suriye savaşına müdahil olmasına müteakip sahada yer aldıkları tahmin edilmektedir. Wagner’i Rusya’dan ve Rus dış politikasından bağımsız düşünmek doğru değildir. Bu nedenle Rusya’nın Suriye’ye müdahil oluşu, Rus özel askeri şirketlerini de Suriye sahasında faal hale getirmiştir. Nitekim, Suriye sahasında Rus özel askeri şirketi olarak yalnızca Wagner yoktur.[1] Wagner’in yanında Shield, Patriot[2], Slavonic Corps[3] , Antiterror, MSG Group, Centre R, ATK Group, E.N.O.T ve Cossacks özel askeri şirketleri de Suriye sahasında faaliyet göstermektedir.[4]
Rusya’nın 2015’nin eylül ayında Suriye’ye askeri olarak müdahil olmasının ardından sahada rol almaya başladığı düşünülen Wagner grubunun çeşitli faaliyetlerde bulunduğu bilinmektedir. Stratejik tesisleri; gaz ve petrol sahalarını korumanın yanı sıra, muharip olarak Suriye’nin birçok noktasında savaştıkları da basına yansımıştır. Ukrayna’da edinilen tecrübeler ve Rusya’da görülen eğitimler ile birlikte çeşitli silahları kullanabilme kapasitesine erişen grup üyeleri, tank da dahil olmak üzere çok sayıda ağır silahı kullanabilme yeteneğine sahiptir. Aynı zamanda Suriye’de rejime bağlı milislerin eğitilmesinde, stratejik ve ağır silahların kullanılmasında, MİG başta olmak üzere savaş uçaklarının pilot eğitiminde rol aldıkları bilinmektedir. Bu kabiliyetler, muharip unsurlar olarak kullanılmalarının da önünü açmış, Suriye sahasındaki birçok muharebeye katılım sağlamışlardır. Özellikle 2016’da Humus eyaletinin doğu kırsalında Palmira’ya ve 2017 itibarıyla Deyr ez zor’un batısına yönelik gerçekleştirilen operasyonlarda yer alan Wagner, burada Rusya’ya bağlı resmi askeri unsurlarla koordineli bir şekilde çalışmıştır.Palmira’daki gaz sahasının kontrolünü sağladığı ifade edilen grubun, Deyr ez zor’un doğusuna yönelik gerçekleştirilen saldırıda da yer aldığı bilinmektedir. Nitekim o dönemde ABD’nin Wagner unsurlarını hava saldırısı ile hedef alarak yüzlerce paralı askeri etkisiz hale getirdiği ifade edilmektedir.[5] Bunun yanında son dönemde İdlib ve Lazkiye bölgesindeki çatışmalarda yer aldıkları ifade edilirken, ABD’nin çekilmesiyle birlikte Menbiç, Ayn el Arab ve Kamışlı bölgelerinde de aktif oldukları aktarılmaktadır.[6]
Wagner, Suriye savaşının bir parçası
Grubun kurulduğu tahmin edilen 2014 yılından günümüze kadar sıcak çatışma bölgeleri olan Doğu Ukrayna, Kırım, Suriye, Libya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Sudan, Mozambik, Venezuela ve Madagaskar’da faaliyet gösterdiği de bilinmektedir.[7] Wagner’in Suriye’deki varlığı diğer ülkelerdeki faaliyetlerinden bir yönüyle ayrışmaktadır. Suriye sahasında Rusya’ya ait resmi askeri unsurların da bulunması, oradaki varlığı diğer çatışma bölgelerinden farklılaştırmaktadır. Nitekim Suriye savaşına müdahil olan Rusya, sahada yalnızca özel askeri şirketlerini değil, resmi olarak ordusunu da kullanmıştır. Ancak çatışmaların yoğunlaştığı ve kayıpların arttığı dönemde devreye Wagner girmiş, birçok bölgede aktif olarak savaşın parçası olmuştur. Suriye’de Wagner’in rolü diğer ülkelerdeki rollerinden farklılaştığı gibi, yalnızca Rus muharip gücün performansının arttırılmasında değil aynı zamanda Suriye’deki Rus etkinliğini arttırmada da kullanılmıştır. Rejim ile birlikte faaliyet gösteren kara muharip unsurların içerisinde İran destekli Şii milislerin varlığı, dolayısıyla İran varlığı, Rusya’nın özel askeri şirketleri, askeri polisi ve kurmay düzeyde danışmanlık faaliyetleriyle dengelenmek istenmiştir. Rusya, bir yandan savaşı sürdürürken diğer yandan da Esed rejiminin müttefik bloku içerisinde, saha ve diplomasinin belirleyici aktörü olarak, stratejik noktaya erişmiştir. Nitekim rejim ordusu da bu anlayışla yeniden dizayn edilerek, İdlib ve mücavir bölgelerdeki çatışmalarda Rusya’ya yakın ordu birlikleri ile çalışılmaya dikkat edilmiştir. Bunun yanında diplomasi sahasında da Eylül 2018’de Türkiye ile varılan Soçi Mutabakatına Rusya bu blokun karar alıcı temsilcisi olarak yer almıştır.
TSK, Wagner ile karşı karşıya gelebilir
Wagner, son dönemde İdlib’te devam eden çatışmalarda da yer aldığı iddia edilmektedir ancak hangi seviyede yer aldıklarını ilişkin bir netlikten de söz etmek mümkün değildir. 2 Şubat’ta Türkiye’nin İdlib sahasına yoğun askeri sevkiyatlar gerçekleştirmesi ile başlayan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin İdlib müdahalesi 27 Şubat’ın ardından Bahar Kalkanı Harekatı’na dönüşmüştür. Nitekim TSK, bu bölgede rejim ilerleyişini durdurmak adına faaliyet yürütmeye başlamış, bunun için de yoğun SİHA, obüs ve ÇNRA saldırıları ile yüzlerce rejim hedefini etkisiz hale getirmiştir. Bu noktada TSK, henüz kara unsurlarını harekete geçirerek piyadelerinin de katıldığı bir kara harekatı icra etmemiştir. İdlib’teki muhalif unsurların yoğunluğu nedeniyle direkt olarak TSK unsurlarının katılacağı operasyon henüz uzak gözükse de bu ihtimal her zaman bulunmaktadır. Bu manada TSK’nın Wagner ile de karşı karşıya gelme olasılığı söz konusudur. Elbette, bu karşı karşıya gelme olasılığını yalnızca kara muharip unsurlar ile sınırlamak da doğru olmayacaktır. Nitekim, TSK kendisine ve müttefiklerine yönelik bir saldırıda da mütekabiliyet çerçevesinde Wagner’i hedef alabilecektir.
Nihayetinde Wagner, faaliyet gösterdiği sahanın şartlarına ve Rusya’nın yereldeki müttefiklik ilişkisine göre hareket etmektedir. Suriye gibi aktif savaşın sürdüğü sahalarda ise yeri geldiğinde muharip güç olarak savaşın seyrine etki eden bir aktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu manada Rusya’nın Suriye sahasındaki varlığını perçinleyen Wagner, muharip, eğitim ve idare kabiliyetine sahip birlikleriyle de Rusya’nın kısa vadeli planlarının parçası olabildiği gibi orta ve uzun vadeli planlarının bir parçasıdır. Bu ve benzer yönleriyle Rusya’nın dış politikadaki askeri araçları içerisinde önemli bir yer tutmaktadır ve bu doğrultuda Suriye’de de faaliyetlerini sürdürmektedir.
Bu analizin bir bölümü SETA’nın Analiz: Wagner | Rus Hayalet Ordusu yayınında yayımlanmıştır. İlgili içeriğe ulaşmak için: https://www.setav.org/analiz-wagner-rus-hayalet-ordusu/
[1] Ben Barham-Marsh, “Russia’s privatised military: a move away from Statism?” Global Risk Insights, 22 Mart 2018, https://globalriskinsights.com/2018/03/russias-privatised-military-move-away-statism/(Erişim tarihi: 14 Ocak 2020).
[2] Neill Hauer, The Rise and Fall of a Russian Mercenary Army, Foreign Policy, 6 Ekim 2019 https://foreignpolicy.com/2019/10/06/rise-fall-russian-private-army-wagner-syrian-civil-war/ (Erişim tarihi: 17 Şubat 2020)
[3] Sergey Sukhankin, Russian PMCs in the Syrian Civil War: From Slavonic Corps to Wagner Group and Beyond, The Jamestown Foundation, 18 Aralık 2019 https://jamestown.org/program/russian-pmcs-in-the-syrian-civil-war-from-slavonic-corps-to-wagner-group-and-beyond/ (Erişim tarihi: 17 Şubat 2020)
[4] Вячеслав Гусаров, Частные военные компании России как инструмент узаконенного террора, Inform Napalm, 23 Kasım 2015 https://informnapalm.org/15878-rossyjskye-chvk/ (Erişim tarihi: 17 Şubat 2020)
[5] Thomas Gibbsons-Neff, “How a 4-Hour Battle Between Russian Mercenaries and U.S.Commandos Unfolded Syria” 24 Mart 2018, https://www.nytimes.com/2018/05/24/world/middleeast/american-commandos-russian-mercenaries-syria.html.(Erişim tarihi: 13 Ocak 2020).
[6] Suriye Milli Ordusu’na bağlı üst düzey yetkililerle yapılan mülakatlar, 20-25 Kasım 2019.
[7] Kimberly Marten, “Russia’s use of semi-state security forces: the case of the Wagner Group”, Taylor and Francis, 10 Ekim 2018 https://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/1060586X.2019.1591142?scroll=top&needAccess=true (Erişim tarihi: 11 Aralık, 2019),
Pjotr Sauer, “In Push for Africa, Russia’s Wagner Mercenaries Are ‘Out of Their Depth’ in Mozambique”, The Moscow Times, 19 Ekim 2019 https://www.themoscowtimes.com/2019/11/19/in-push-for-africa-russias-wagner-mercenaries-are-out-of-their-depth-in-mozambique-a68220 (Erişim tarihi: 11 Aralık, 2019).
Sahada ve masada İdlib denklemi Can Acun
Suriye sahasında yeni bir dönemin içindeyiz. Astana süreci bağlamında Suriye krizinin askeri bir çözümü olmadığına yönelik oluşan eğilimin dışına çıkılarak savaş, askeri müdahalelerle Esed rejimi lehine sonlandırılmaya çalışılmakta. Muhaliflerin son kalesi konumunda olan İdlib, Suriye içinde alan hâkimiyeti mücadelesinin yanı sıra, artık vekâlet savaşlarının ötesinde ülke ordularının doğrudan çatışmaya girdiği bir bölge haline gelmiş durumda.
Bölge, kuzey ve güney akslarında ana lojistik koridorlarının kontrol edilmesi açısından önem arz ederken, Türkiye ve Rusya arasındaki anlaşmaları ihlal eden rejim, Rusya ve İran’ın desteğiyle İdlib’in merkezine doğru ilerlemeye çalışıyor. Şam’la Halep’i birbirine bağlayan M5 karayolunu kontrol etmek maksadıyla Maarratünnuman’dan Serakib’e doğru ilerleyen rejim güçleri ve İran’a bağlı milisler, havadan ve karadan sivilleri bombalayarak savaş suçları işliyor, TSK ve muhalifleri hedef alıyor; Türkiye de bu yüzden yeni bir mülteci akını riskiyle karşı karşıya. İdlib’de şu ana kadar bir buçuk milyon insan yerlerinden edildi. Böylece Esed rejimi İdlib ve Halep dâhil olmak üzere muhalifleri topraksızlaştırıp Suriye’nin neredeyse tamamını kontrol altına aldığını ilan ederek Rusya’yla birlikte bir zafer ilanına hazırlanmakta.
Zeytin Dalı (Afrin), Fırat Kalkanı ve Barış Pınarı bölgelerinde Türkiye’nin hassasiyetlerini daha fazla gözeten Rusya’nın İdlib’te aynı hassasiyeti göstermediği dikkate alındığında, bölgenin Rusya ve Rejim açısından önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Türkiye ise askeri ve siyasi adımlarla rejim ve müttefiklerini durdurmak ve bölgedeki insani krizi önlemek için çaba sarf ediyor.
Ayrıca Esed rejimine tam destek veren, Türkiye ve muhalif grupları düşman gören İran’a bağlı Şii milislerin bölgedeki yaklaşımı da İran’la ilişkilerde dikkate alınması gereken bir husus olarak karşımıza çıkıyor. ABD operasyonuyla öldürülen Kasım Süleymani’nin intikamı alınıyormuşçasına yapılan sosyal medya paylaşımlarının eşliğinde, İdlib’de Türk Ordusu ve muhalif grupları hedef alan Esed güçleri ve İran destekli milisler saldırılarını sürdürüyor.
Türkiye’nin İdlib politikası
Sahadaki durumun diplomatik gücü doğrudan etkilediği bir denklemde Türkiye, muhaliflerin sahadaki askeri gücünü ve alan hâkimiyetini (kısmen devralarak) korumaya ve böylece, Suriye’nin geleceğine ilişkin yapılan anayasa müzakereleri dahil, siyasi çözüm sürecinde masadaki yerini güçlü tutmaya çalışıyor. Türkiye, sürecin başından itibaren herhangi bir saldırı olmadıkça Esed rejimine karşı doğrudan bir askeri müdahaleye girmemiştir. Angajman kurallarını uygulamanın yanı sıra muhalif grupları destekleyen Türkiye, İdlib’de istikrarın oluşturulması ve sivillerin korunması için Rusya ile yapılan anlaşmalar çerçevesinde hareket etmiş ve gözlem noktaları kurmuştur. Fakat “radikal grupların hedef alındığı” bahanesiyle İdlib’de hedef gözetmeksizin bombalama yapılması ve sivillerin hayatını kaybetmesi, takip eden süreçte de Türk askerlerinin şehit edilmesinin ardından Türkiye sahada “İdlib’i rejime bırakmayacağı” konusundaki kararlılığını göstermiştir. Türkiye’nin rejime karşı maliyet yükseltme stratejisinin ardından 100’ün üzerinde kayıp veren Esed rejimi, Türkiye’nin sahadaki askeri varlığını arttırması ve harekete geçmesi üzerine bir süre yavaşlamak durumunda kalmıştır.
Türkiye’nin gözlem noktaları arasında hatlar oluşturarak siviller ve muhalifler için güvenli bir alan oluşturabilmesi durumunda, bölge halkının yaşadığı dram bir nebze azaltılarak İdlib’in korunma ihtimali ortaya çıkacaktır. Fakat diğer yandan Suriye hava sahasının Rusya’nın kontrolünde olması yüzünden Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtı bölgelerindeki gibi bir uçuş rahatlığına sahip olmaması nedeniyle sahadaki durumun desteklenememesi ayrıca dezavantajlı bir durum oluşturmaktadır. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın rejime Soçi Mutabakatı sınırlarına geri çekilmesinin son tarihi olarak Şubat sonunu vererek, aksi halde zor kullanarak rejimi püskürteceğini ortaya koyması, Türkiye’nin yeni hareket tarzını belirleyen en önemli emare olmuştur. Bu bağlamda muhtemel bir kapsamlı askeri harekatta Türkiye’nin Rusya’ya rağmen hava unsurlarını da kullanacağı öngörülebilir.
ABD’nin yaklaşımı
ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’nin 11 Şubat’ta İdlib konusunda Türkiye’ye destek olmak istedikleri açıklamasıyla Ankara’ya gelmesi de meselenin çok boyutluluğuna işaret ediyor. ABD, Suriye’de yaptığı hataları tamir etme konusunda çok büyük zorluk yaşıyor. Mevcut konjonktür ise ABD tarafından hem geçmişi kısmen düzeltmek hem de önümüzdeki süreçte Rusya’ya karşı dengeleyici rolünü korumak için bir fırsat olarak görülüyor.
Rusya ve Esed rejiminin İdlib’i kontrol etmeleri durumunda Suriye’nin doğusundaki ABD askerlerinin bulunduğu bölgelere yönelebilecekleri endişesi, ayrıca ABD ve İsrail’in Şii milislerin kontrol alanının genişlemesini istememesi ABD’yi harekete geçirmiştir. Suriye’nin tamamen Rus hegemonyasına girmesini istemeyen ABD, sahada askeri gücü bulunan Türkiye’yi Rusya, Esed yönetimi ve İran’a karşı desteklemek istemekte. Ne var ki bu desteğin niteliği çok belirleyici olacaktır.
Aynı zamanda Avrupa’yı meseleye daha büyük ölçüde dâhil etmek de Türkiye’nin elini güçlendirecektir. Bu noktada başta mülteci baskısı olmak üzere rejim ve İran’ın sivillere yönelik suçları da gündeme getirebilir.
İdlib’in geleceği
İdlib’in geleceği masada yapılacak görüşmelerle belirlenmeye çalışılıyor. Son günlerde yaşanan gelişmeler, sahadaki durumun masadaki görüşmeleri belirleyeceğini gösteriyor. Türk gözlem noktalarının Esed askerlerinin kontrol ettiği alanda kalmasıyla Türkiye, anlaşmaya uygun hareket edilmemesi, hatta Esed güçlerinin geri çekilmemesi durumunda, rejim askerlerine yönelik operasyon başlatacağını açıkladı.
Nitekim Türkiye ve Rusya arasında yapılan görüşmelerden sonra durumda bir değişiklik olmaması nedeniyle toplantılardan tam olarak sonuç alınamadığı anlaşılıyor. Ancak Rus tarafının zaman zaman yaptığı açıklamalar, Rusya’nın Türkiye’nin muhtemel bir operasyonundan endişe duyduğunu gösteriyor. Türkiye’nin sahadaki askeri varlığını arttırması, binden fazla zırhlı araç ve askerle bölgede taarruzi bir hareket tarzına geçmesi ve yeniden Serakib gibi Esed rejiminin eline geçen bölgelere doğru hamleler yapılması dengeleyici bir unsur oluşturmakta.
Neticede masadaki koşulların şekillenmesi, sahadaki kararlılığın hayata geçmesiyle mümkün olacaktır. Rusya’nın Türkiye ile doğrudan karşı karşıya gelerek daha fazla maliyeti göze alıp alamayacağı bir soru işareti olmakla beraber, Türkiye’nin yapacağı karşı askeri hamleler, geçmişte olduğu gibi İdlib sahasında da masadaki anlaşmalarda daha güçlü olunmasını sağlayacaktır. Bu kapsamda Soçi ve Astana mutabakatlarına uymayan rejime karşı gereken askeri hamleleri yapmak masada da Türkiye’nin belirleyici gücünü arttıracak, uluslararası alanda söylem düzeyinde de olsa alınan desteğin oluşturduğu baskı masada etkili olacaktır.
Kaynak: https://www.aa.com.tr/tr/analiz/sahada-ve-masada-idlib-denklemi/1743363
Türkiye İdlib’te Yeni Bir Gerçeklik İnşa Etmenin Eşiğinde Ömer Behram Özdemir
Bir ayı aşkın süredir Esed rejiminin Rusya’nın desteğiyle hızlandırdığı İdlib kuşatması, son günlerde mülteci krizi ve Türkiye’nin Suriye’deki varlığı ile alakalı bir dönüm noktasına gelmiştir.
Han Şeyhun, Morek, Şeyh Akil, Tel Tukan, El Eis, Maarat Numan… Rejim güçlerinin ilerlemesi sonucu pek çok şehir ve kasaba muhaliflerin kontrolünden çıkarken söz konusu mevkiler başta olmak üzere TSK’ya ait 13 askeri nokta Esed rejiminin kuşatması altına girdi.
Bu süreç ile eş zamanlı olarak yüzbinlerce sivil evlerini terk ederek Türkiye sınırına doğru büyük bir göç dalgası başlattı. Türkiye’nin Esed rejiminin bu saldırgan tutumuna karşılığı sadece diplomatik kınamalar şeklinde olmadı. Son haftalarda ardı arkası kesilmeyen TSK konvoyları ile daha önceki harekatlara nazaran farklılık gösterecek büyüklükte sevkiyatlar ile Türkiye bölgeye askeri personel ve araç yığmaya başladı. TSK’nın bölgeye sevkiyatına ve Türkiye’nin İdlib’te çatışmaların durdurulmasına yönelik politikasına karşı rejim ve Rusya cephesi, gerginliği yükselterek Türkiye’yi caydırma yoluna gitti.
İki farklı rejim saldırısı sonucu ondan fazla şehit veren Türkiye’nin karşı hamlesi ise muhaliflerin ATGM envanterini zenginleştirmenin yanında rejime ait helikopterlerin de düşürülmesi oldu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın rejime ait hava araçlarının artık eskisi gibi rahat edemeyeceğini ve Türk askerleri hedef alınmaya devam ederse Türkiye’nin buna cevabının İdlib ve Soçi Mutabakatlarında bahsi geçen alanlar ile sınırlı kalmayarak rejimin her yerde hedef alınacağını yönündeki açıklamaları, Türkiye’nin 2020 Şubat itibariyle Suriye’deki angajman kurallarını yeniden belirlediğine işarettir.
Türkiye ve Rusya arasında sonu gelmeyen heyetler arası toplantılardan şimdiye kadar bir sonuç alınabilmiş değil. Türkiye’nin talebinin Esed rejimine ait güçlerin Soçi’de kararlaştırılan ve sınırlarını Türk gözlem noktalarının belirlediği bölgelere geri çekilmesi olduğu bilinirken Rusya’nın bu talebe karşı çıktığı ve Türkiye’ye kabulü imkânsıza yakın İdlib önerileri sunduğuna dair kulis bilgileri de dile getirilmekte.
Moskova’nın zaman kazanma stratejisi sonuç vermez
Moskova daha önce de bir çok kez yaptığı gibi Türkiye’yi rejim eliyle taciz ederek hem güç gösterisi yapmakta hem de Türkiye’nin ciddiyetini test etmektedir. Fakat bu kez Türkiye için bıçağın kemiğe dayandığını söylemek mümkün.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İdlib’te yapılacak harekâtın an meselesi olduğunu açıklaması ve Rusya’dan gelen “Türkiye’nin rejim güçlerine olası saldırısını ‘en kötü senaryo” olarak nitelendiren beyanata karşı Erdoğan’ın “Rusya’nın bu tür kötü senaryolar içinde yer alacağına inanmıyorum” cevabı Türkiye’nin mevcut konumuna dair en taze örnektir.
Moskova’nın Türkiye’yi tekrar masaya oturtarak sahada zaman kazanma stratejisi ise bu kez sonuç vermeyebilir. Sınır ötesine yaptığı devasa sevkiyatlar ve yapılan açıklamalar ile sınır ötesi harekatın eşiğine gelen Ankara için bu harekatın maliyetleri ve senaryosu nelere gebe olabilir?
Olası Senaryolar
Öncelikle olası İdlib harekatının önceki üç sınır ötesi harekattan en büyük farkı karşıda meşruluğu tartışılsa bile uluslararası alanda halen tanınırlığı olan bir hükümete bağlı güçlerin olmasıdır. Suriye ordusunun modern anlamda ordu vasfını kaybederek “yarı çete yarı ordu” şeklinde melez bir yapıya evrildiğine dair açık kaynaklara dayanan çok sayıda araştırma bulunmakta. Arkasında Rusya’nın karada ve havada doğrudan desteği olmadan caydırıcılık anlamında oldukça zayıf bir aktör olan rejim ordusu, Türkiye’ye karşı askeri olarak başarı şansına sahip değil. Buna karşın Türkiye’nin rejim ordusuna verebileceği ağır zayiatlar Rusya tarafından gelecek kimi saldırgan hamleler için meşruiyet zemini oluşturabilir. Son kertede Rusya’nın harekat yönünde irade ve eylem koyan bir Türkiye’yi Esed rejimi için doğrudan karşısına alması rasyonel gözükmemektedir. Zira Rusya’nın irrasyonel bir tutumda bulunması Türkiye ile Rusya’yı karşı karşıya getirebilir ki bu durum Suriye’deki maliyeti Moskova için arzu edilmez noktaya taşıyacaktır. Yine de rejim güçlerinin doğrudan düşman unsurlar olarak hedef alınması daha önce Afrin harekatı esnasında rejime bağlı şebbihaların hedef alınması hadisesinden biraz daha farklı sonuçlara ve tartışmalara yol açabilir.
Yine bir diğer potansiyel sürtüşme de bölgede olası bir çatışmada yaşanabilecek İran kayıpları. Her ne kadar İran Suriye’deki her kaybını önemli gündem malzemesi olarak kullanmasa da doğrudan İranlı unsurların çatışmaya müdahalesi olur ve bu durum ayyuka çıkarsa Türkiye-İran ilişkileri yeni bir gerginlik sürecine girebilir. El-Eis gözlem noktasına giden Türk konvoylarına İran destekli milisler tarafından ateş açılması ve verilen kayıpların da Türkiye’nin hafızasında yer aldığı düşünülürse İranlı unsurların doğrudan müdahalesine Türkiye’nin de aynı şekilde karşılık vermesi ve gerginliğin yükselmesi olasıdır.
Türkiye bu noktada şebbihalar ve İran destekli Şii milis unsurları hedef almak durumunda kalırsa söz konusu unsurların meşruiyet sorunlarından kaynaklı olarak çok daha rahat hareket edebilir. İran ve sahadaki milis unsurlarının hedef alınması Türkiye’nin bu manevrasında kısmen ABD desteğini görmesine de yol açabilir. Son dönemde İran uzantısı milisleri ve İran’ın sahadaki unsurlarını hedef alan ABD, İran’ın İdlib’teki etkisinin kırılması hususunda Türkiye’ye diplomatik ve istihbarı destekte bulunabilir. Türkiye’nin bu unsulara müdahalesindeki bir numaralı motivasyon İdlib’in güvenliği olacaktır lakin işin diplomatik kazanç kısmındaki olası fırsatlar da es geçilmemelidir.
Olası Kazanım ve Maliyetler
Harekatın gerçekleşmesi ve devamında yaşanabileceklere dair bir öngörüde bulunduğumuzda, Rusya ve rejimin Türkiye’ye bu harekatın maksimum bedel olarak geri dönmesi için hamle yapacaklarını söyleyebiliriz. Rusya tarafından daha önce yaşanan uçak krizinde olduğu gibi ekonomik hamleler ile Türkiye ekonomisine çelme takma manevralarını izleyebiliriz. Yine her ne kadar Rusya’nın Türkiye’yi doğrudan hedef alması rasyonel değil ise de daha önce benzerlerini gördüğümüz üzere TSK unsurlarının “yanlışlıkla” vurulmaları gibi, Türkiye sınırına sıfır noktada bulunan mülteci kamplarına hava saldırıları gibi provokatif hadiseler yaşanabilir. Rejim ise askeri ve ekonomik olarak Türkiye’yi çok tehdit edemese de Türkiye içerisinde bulunan muhaberat unsurları ve Baas yanlısı yapılar üzerinden Türk toplumunun başta mülteciler meselesi olmak üzere sinir uçlarına dokunarak provokasyonlar ile Ankara’nın dikkatini ve kaynaklarını İdlib’ten uzak tutmak isteyebilir. Bu yüzden mülteciler ile alakalı başta sosyal medya olmak üzere provokasyonlara karşı hızlı bir önlem mekanizması kurulması şarttır.
İkinci olarak her askeri harekatın trajik lakin olağan sonucu olan askeri kayıpların infiale yol açmaması adına kamuoyuna harekatın hedefi ve seyrine dair doyurucu bir bilgilendirme mekanizması da elzemdir. Aksi halde bilgi noksanlığından kaynaklı boşlukları başta rejim yanlısı dezenformasyon aparatları olmak üzere dolduran unsurlar olacaktır. Türkiye’nin askeri ve ekonomik kayıplar haricinde karşılaşabileceği en büyük tehdit haklı olduğu davasında dezenformasyon savaşında enerji kaybetmesi olacaktır.
Türkiye için harekatın olası kazancı ise öncelikle yeni bir mülteci dalgasıyla karşı karşıya gelmemek olacaktır. İdlib’in güvence altına alınması ve devamında sağlanacak gerçekçi bir ateşkes ile bölgenin imarı ve sivil nüfusun tekrar evlerine dönmesi sağlanabilir. Elbette bu süreç maliyetli ve uzun vadeli olacaktır. Ama İdlib’i yeniden inşa etmek için öncelikle elde tutmak gerekmektedir. Güvenli ve imar edilen bir İdlib hem Suriyeli mültecilerin vatanlarına geri dönmesi hususunda bir açık kapı olacaktır hem de bölgenin istikrarı için önemli yer tutacaktır.
Bölgede var olmak Türkiye’nin ulusal güvenlik meselesi
Türkiye’nin bu harekat sonucu elde edebileceği ikinci kazanç ise Suriye’de gün sonunda bir masa kurulacaksa o masanın değişmez aktörü olduğunu kanıtlaması olacaktır. Beşar Esed bir kaç gün önce yaptığı konuşmada savaşın İdlib’te bitmeyeceği ve tüm Suriye’nin ele geçirileceği mealinde konuşmuştur. Bugün ise Cumhurbaşkanı Erdoğan İdlib’in Esed ve destekçilerine bırakılmayacağını vurgulamıştır. Zira Esed’in de vurguladığı üzere İdlib çatışmaların nihayete erdiği yer olmayacak. Şayet Türkiye İdlib’de rejim ve Rusya’nın oldu bittisine ses çıkarmazsa çok kısa bir süre sonra sıra Afrin, Azez, Cerablus, el-Bab, Tel Abyad ve Rasulayn gibi Türkiye’nin kontrolündeki bölgelere de gelecektir. Ankara’nın İdlib’te göstereceği irade ve eylem Moskova’nın Afrin ile Rasulayn arasındaki topraklar için kapıyı rahatça çalması önünde engel teşkil edecektir. Zira Türkiye’nin bölgedeki varlığı hem Suriyeli siviller için son bir umut ışığıdır hem de Türkiye’nin ulusal güvenliği için olmazsa olmazdır. Türkiye’nin bugün İdlib’te bedel ödeyerek Şam ve Moskova hattına dur dememesi halinde orta ve uzun vadede Türkiye için 1990’lı yıllardan daha şiddetli bir şekilde Suriye’nin kuzeyi terör yuvası haline gelecektir. İleride savaşı sınır içinde karşılamamak için Suriye’de yeni bir gerçeklik inşa etmek gerekmektedir.
Suriye Petrolü YPG/PKK Terörünü Finanse Ediyor
Suriye Petrolü YPG/PKK Terörünü Finanse Ediyor
Enerji kaynakları her zaman Suriye ekonomisi içinde büyük bir öneme sahip olmuştur. Halk ayaklanması başlamadan önceki yıllara baktığımızda, ülkenin en temel gelir kaynağı olarak enerji ihracatını görürüz. 2010 yılı verilerini göz önüne alırsak, 12 milyar dolarlık Suriye ihracatının yüzde 50’sinin enerji ticaretinden oluştuğunu söyleyebiliriz. Fakat savaştan sonra ülkede ortaya çıkan muhtelif devlet-dışı aktörler, bu kaynakların kontrolünü uzun süredir ellerinde bulunduruyor. Günümüzde bu kaynaklar halkın refahına hizmet etmek yerine, çeşitli terör örgütlerinin finans kaynağı olarak kullanılıyor. Mevcut durumda, ülkenin sahip olduğu petrol ve doğalgaz sahalarının büyük çoğunluğu, PKK’nın Suriye yapılanması olan YPG güçlerinin kontrolü altında. Bunlara ek olarak, başta Tabka barajı olmak üzere, ülkenin en önemli hidroelektrik enerji kaynakları olan Tişrin ve Baas barajları da YPG’nin kontrolü altında.
YPG’nin elinde bulundurduğu enerji kaynakları, ülkenin tüm enerji kaynaklarının neredeyse dörtte üçüne tekabül ediyor. Bu kontrol alanlarına, başta El-Ömer petrol sahası olmak üzere, Deyrizor’un doğusu, Haseke ve Rakka da dâhildir ki ülkenin en önemli enerji sahaları bu bölgelerde konumlanmıştır. Yalnızca Deyrizor bölgesindeki petrol sahaları, Suriye’nin sahip olduğu tüm enerji kaynaklarının yaklaşık yüzde 30’unu oluşturuyor. YPG’nin bu alanları ele geçirmesiyle, rejimin (2010 yılında günlük 416 bin varil olan) petrol üretimi günümüzde 25 bin varile kadar geriledi.
YPG/PKK’nın petrol ticareti ve Esed rejimi
Rakamlar ve günümüzdeki mevcut kontrol alanları göz önüne alındığında, ülkenin enerji üretim potansiyelinin büyük çoğunluğunun YPG/PKK terör örgütünün eline geçtiğini görmekteyiz. Buna mukabil, ülkenin sahip olduğu iki rafineri de (Banyas ve Humus) rejim güçlerinin elinde olduğu için, YPG işgal ettiği bölgelerde küçük ölçekli, el yapımı rafineriler kurma yoluna gitmişti. Bu rafineriler vasıtasıyla, çıkarılan petrolün bir kısmı yerel kullanımlar için işleniyor. Fakat çıkartılan petrol, temelde bir ihraç kalemi olarak değerlendiriliyor. Bu bağlamda, rejim ve YPG arasında kurulan ortaklık, YPG’nin yaptığı enerji ihracatının önemli bir kısmını oluşturuyor.
Rejim ve YPG arasında petrol sahalarının ve barajların işletilmesi konusunda işbirliğinin geliştirilmesi için birçok müzakere yürütüldü. Bu müzakereler başarıya ulaştı ve muhtelif alanlarda rejim ve YPG arasında işbirliği gerçekleştirildi. Ancak ABD’nin YPG’ye rejimle işbirliği hususunda koyduğu şerh, ikili ortaklığı sekteye uğrattı. Bunların yanı sıra, YPG’nin Fişhabur sınır kapısı üzerinden IKBY’ye petrol sevkiyatı yaptığı, hatta Kerkük’ten yüklenen petrol tankerleriyle de petrolü İran’a sattığı biliniyor. Nitekim YPG/PKK’nın İran ile gerçekleştirdiği petrol ticareti, ABD Başkanı Donald Trump tarafından açıkça ifade edilmişti. Trump Twitter üzerinden yaptığı açıklamada: “Türkiye onları sevmiyor; başkaları onları seviyor. Onların ellerindeki azıcık petrolü İran’a satmaları hoşuma gitmedi. Onlardan İran’a satış yapmamalarını istedik. Ortaklarımız Kürtler İran’a petrol satıyor. Bundan memnun değiliz. Bundan hiç mutlu değilim” demişti.
Esed rejiminin petrol ihtiyacını karşılamak üzere terör örgütleriyle kurduğu ticari ilişkide YPG/PKK ilk ortak değildir. Nitekim 2013 sonrasında, ülkenin doğusundaki birçok petrol sahasını DEAŞ ele geçirdiğinde, rejim DEAŞ’tan da petrol satın almıştı. Petrol sahalarını DEAŞ’ın ele geçirdiği dönem olan 2014’te, rejimin günlük petrol üretimi yaklaşık 30 bin varile kadar düşmüştü. Bu üretim rejimin kontrol ettiği alanlardaki petrol ihtiyacını dahi karşılamaya yetmemiş, bu nedenle rejim DEAŞ ile petrol ticaretine girmişti. Söz konusu dönemde, işgal ettiği alanlardaki petrol ihtiyacını karşılamak üzere YPG’nin de DEAŞ ile petrol ticareti yaptığı biliniyor. Bu ticaret YPG’nin ABD ile girdiği siyasi ve askeri angajmana rağmen gerçekleşmiş ve DEAŞ’ın önemli petrol sahalarını kaybetmesine değin sürmüştü.
Esed rejiminin önce DEAŞ ve sonra YPG ile petrol ticareti gerçekleştirmesinde, ABD’nin yaptırım listesinde bulunan Katerji Group aracı olmuştu. Esed rejimine yakınlığı ile bilinen Katerji Group’un bölgedeki yerel petrol ticaretinde etkin bir rol oynadığı defalarca medyaya yansımıştı. Wall Street Journal’ın verdiği son haberde, ABD ve Avrupa Birliğinin yaptırım listesinde yer alan Katerji Group’un YPG ile rejim arasındaki petrol ticaretini sürdürdüğü görülüyor. Söz konusu habere göre, bu ticaret günlük yaklaşık 60 bin varil petrol akışını içeriyor. Mevcut Brent petrol fiyatlarını göz önüne aldığımızda, YPG yalnızca rejimle gerçekleştirdiği petrol ticareti vasıtasıyla günlük 3,6 milyon dolar, yıllık ise 1,3 milyar dolarlık bir gelir elde etme potansiyeline sahip. Bu rakamlar terör örgütünün kendini finanse etmesi için çok ciddi bir miktarlardır. Söz konusu rakamlar, YPG’nin yalnızca rejimle yaptığı ticaretten elde ettiği gelirleri gösteriyor. Buna ilave olarak IKBY ve İran da düşünüldüğünde, YPG/PKK’nın petrol ticaretinden elde edebileceği potansiyel gelirin söz konusu rakamın çok daha üstünde olduğu görülüyor.
ABD’nin YPG/PKK ile Suriye sahasında girdiği müttefiklik ilişkisi, İran ve Esed rejimine uyguladığı yaptırımlarla da tezatlık ihtiva ediyor. Nitekim yaptırım uyguladığı her iki taraf da müttefiki YPG ile petrol ticareti yapıyor. ABD Suriye sahasında YPG’ye alan açarak terör örgütünün kontrol alanı kazanmasına neden olurken, bölgedeki enerji kaynaklarını kullanmasına ve ticaret ağları oluşturmasına da fırsat verdi. Aynı zamanda bu durum, meşruiyetini yitirmiş Esed rejiminin küresel piyasalara nazaran daha uygun fiyatlarla petrol elde etmesine yol açtı; böylelikle rejimi ayakta tutan nedenlere bir tane daha eklemiş oldu. Bu yönleriyle de ele alındığında, ABD’nin Suriye’de Esed rejimi karşıtı duruşu somut dayanaklarını kaybetmeye mahkum hale gelmiştir.
Türkiye’nin terörle mücadelesi ve Fırat’ın doğusu
Suriye’nin yeniden imar edilmesinin en temel gelir kaynaklarından biri olarak gösterebileceğimiz petrol, Suriye halkının refahına kullanılmak yerine, terör örgütü YPG/PKK’yı finanse ediyor. Nihayetinde örgüt elde ettiği geliri Kandil’e aktararak uzun vadeli terör faaliyetlerinin finansmanını ve planlamasını gerçekleştiriyor. Söz konusu durum bölgedeki istikrarsızlığı derinleştirirken Türkiye’nin Irak ve Suriye’de PKK ile mücadelesini sekteye uğratıyor.
Bu nedenle, YPG ile Fırat’ın doğusundaki mücadele Türkiye için yalnızca sınır güvenliği meselesi olarak görülmemeli, aynı zamanda örgütün elinde tuttuğu petrol bölgelerini de hedeflemelidir. Bu bağlamda, ABD’nin Suriye’den çekilme sürecini Türkiye ile birlikte yönetmesi, söz konusu petrol bölgelerini de Suriye Geçici Hükümeti’ne devretmesi en doğru yaklaşım olacaktır. Bu noktada, Fırat’ın doğusundaki SDG bünyesindeki Arap unsurlarla terör örgütü YPG/PKK’nın varlığı ayrıştırılabilir. Bölgede YPG’nin yanında yer almak zorunda kalan yapılar yeni sürece dahil edilerek Uluslararası Koalisyon’un varlığı da muhafaza edilebilir. Böylece Fırat’ın doğusuna Esed rejimi, İran ve Rusya’nın geri dönmesi engellenerek, Türkiye’nin de bölgeye girişiyle NATO ülkeleri, karşı bloğu Suriye’de dengelemiş olacaktır. Dahası, Türkiye’nin tezlerine uygun bir biçimde, demografik yapıya uygun yerel yönetimler oluşturularak bölgede meşru muhalefet de alan kazanabilir. Nihayetinde terörü finanse eden kaynaklar ortadan kaldırılarak Suriye’nin yeniden imarına kaynak oluşturulabilir.
Bu çalışma Kutluhan Görücü ve Mehmet Çağatay Güler tarafından hazırlanmıştır.
Kaynak: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/suriye-petrolu-ypg-pkk-terorunu-finanse-ediyor/1396901
İran’ın İdlib oyunu Ekrem Mete
Astana sürecinin garantör devletlerinden olan İran, ülkesine sığınan Afgan mültecileri, Lübnan, Yemen ve Pakistan benzeri ülkelerden topladığı Şii milisleri askeri eğitimden geçirdikten sonra İran Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı Kudüs Gücü altında örgütlemiş Esed rejimine destek amaçlı Suriye’ye göndermiştir.
Suriye, İran için hem Şii Hilali’nin bir parçası hem de Akdeniz’e açılan kilit ülke konumundadır. Suriye’nin bu stratejik ve jeopolitik öneminden dolayı İran, Suriye’ye Şii milisler göndererek Esed rejimini ayakta tutmaya devam ediyor.
İran’ın “Proxy War” stratejisi, rejimin ayakta kalmasını sağlarken Esed rejimini ekonomik ve askeri olarak İran’a bağımlı hale getiriyor.
Suriye’de faaliyet gösteren yaklaşık 80 farklı Şii milis örgütlenmesi bulunmaktadır. İran’ın Suriye’deki askeri varlığını genel manada Hizbullah, Ebu Fadl el-Abbas Tugayı, Zülfikar Tugayı, Irak Hizbullah’ı, Seyyidu’ş Şüheda Tugayları, Şehit Muhammed Sadr Güçleri, Kefil Zeynep Tugayı, Asaib Ehl’el Hak, El Nuceba Hareketi, El-Vaat es-Sadık Birliği, İmam el Bakir Tugayı Esedullah Galip Tugayı, İmam Hüseyin Tugayı, Muemmel Tugayı, Pakistanlı Şii milislerden oluşan Zeynebiyyun ve Afgan Şii milislerden oluşan Fatimiyyun Tugayı gibi milis yapılar üzerinden sürdürmeye devam ediyor.
Ruhani İdlib’i işaret etmişti
Son dönemde bu milis gruplar İdlib ve çevresinde TSK destekli Suriye Milli Ordusu ve Türk askerinin bulunduğu gözlem noktalarına saldırılar gerçekleştirmektedir.
Türkiye’nin Suriye Milli Ordusu ile birlikte yürüttüğü Zeytin Dalı ve Barış Pınarı Harekatlarına karşı çıkan İran, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve Meclis Başkanı Ali Laricani tarafından Türkiye’ye operasyonları durdurma yönünde çağrılarda bulunmuştu.
Ruhani harekat sonrası İdlib’i işaret eden açıklamasında, “Konu, Suriye’nin kuzeyi ve Fırat’ın doğusu değildir. Bölgenin ilk sorunu İdlib konusudur. Zira tüm teröristler bu bölgede toplanmışlardır ve umarım bölge ülkeleri bu hususta yardımcı olurlar ve Türkiye devleti de bölgede yeni sorunlarla karşılaşmamamız için bu hususta daha dikkatli olur” ifadelerini kullanmıştı.
Son günlerde rejim unsurları adı altında İdlib çevresinde konuşlanan İran destekli silahlı gruplar Soçi mutabakatının aksine bir tavır alarak Rusya’nın da hava desteğiyle yerleşim yerlerini ve sivil halkı hedef aldığı görülmektedir.
Çocukları vurdukları füzelere Süleymani’nin adını yazdılar
3 Ocak’ta, Amerika Birleşik Devletleri’nin SİHA’larla Bağdat Uluslararası Havalimanı’na düzenlenmiş olduğu saldırıda İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin öldürülmesi, İran’ın bölgede daha saldırgan bir politika izleyeceğine işaret ediyor.
Halep’in batısında Han Tuman bölgesini “katyuşa” füzeleri ile hedef alan İran destekli Şii milislerin, füzelerin üzerine Süleymani’nin ismini yazması İran’ın Süleymani’nin intikamını Suriye’deki sivillerden almaya çalıştığını gözler önüne seriyor.
Hedef İran ile Lübnan arasında “Şii koridoru” oluşturmak
Süleymani’den sonra Kudüs Gücü Komutanı olarak görevlendirilen Tuğgeneral İsmail Kaani’nin de İran destekli grupları, özellikle Şam, Hama ve Deyrezzor bölgelerinden, Türkiye’nin Soçi mutabakatı ile İdlib’te belirlediği alanlara kaydırdığı gözleniyor.
Çatışmalar başladıktan sonra Suriye’nin Lübnan sınırı çevresindeki Sünni kentleri tahliye eden İran destekli gruplar, ele geçirdikleri yerlere Şii nüfusu (Şii milislerin aileleri başta olmak üzere) yerleştirip, yerel halkı Suriye içerisine veya dışına göçe zorlamıştı. Son dönemde İdlib’e yönelik gerçekleştirilen saldırılarda da bu harekat tarzı benimsenmekte, yerel halk göçe zorlanmaktadır.
İran’ın son günlerde kontrolündeki Şii milislerle İdlib’te etkinliğini artırma planı ve bu çerçevede TSK ile karşı karşıya gelmesi, Türkiye & İran ilişkilerini ciddi anlamda tahrip edebilir.
Suriye’de savaşın kaybedeni “Çocuklar”
İnsan Hakları Konseyi, 43. Oturum, 13 Ocak 2020, Bağımsız Uluslararası Araştırma Komisyonu’nun Suriye’deki Çocuk Hakları İhlalleri Üzerine Rapor:
Rapordaki bilgiler, 2011 ve Ekim 2019 tarihleri arasında Suriyeli çocuklar ve görgü tanıkları, hayatta kalanlar, hayatta kalanların akrabaları, tıp uzmanları, silahlı grupların üyeleri, sağlık uzmanları, avukatlar ve etkilenen toplulukların üyeleriyle yaklaşık 5 bin kişiyle görüşerek elde edilmiştir.
Çocuklarla görüşmeler şahsen yapılmış ve konunun hassasiyeti nedeniyle ebeveyn onayı alınmıştır.
Suriye’nin her tarafında çocuklar şiddete ve istismara maruz kalmaktadır. İç savaşın siviller üzerindeki yoğun etkilerinden yola çıkıldığında çocuklar, birçok alanda mağdur olmakla birlikte uluslararası insan hakları kanunu çerçevesinde sahip oldukları korunma haklarından mahrum bırakılmaya devam etmektedir.
Hükümet yanlısı güçler, devlet dışı silahlı aktörler, terörist örgütler ve Birleşik Devletler’in liderlik ettiği uluslararası koalisyonun Suriye’deki öldürme ve yaralama sebebiyle çocuk haklarını ihlal ettikleri röportajlar ve belgelerle kanıtlanmıştır. Bir doktorun raporuna göre, 2013’de Halep’te her gün en az bir çocuk ateşli silahla yaralanmıştır. 2016’da hükümet güçlerinin yürüttüğü hava saldırılarında Hamas çevrelerinde bir okul vurulmuş, 7-17 yaşları arasında 21 çocuk yaşamını yitirmiş, 61 çocuk ise yaralanmıştır.
Devlet dışı silahlı aktörler ve terörist örgütler ise çocukları okula giderken ya da okul bahçesinde toplanmış haldeyken hedef almakla birlikte sayısız çocuğun ölümüne sebep olmuştur. 11 Ekim 2016’da Dera Kenti yakınlarında Taht el-Nitak okuluna silahlı örgütler tarafından düzenlenen saldırıda birisi 5 yaşında olmak üzere 6 çocuk hayatını kaybetmiş, 20 çocuk yaralanmıştır.
Komisyon, Birleşik Devletler’in öncülük ettiği uluslararası/global koalisyonun hava saldırılarının da sivil, özellikle çocuk kayıplarına neden olduğunun vurgusunu yaparak, koalisyonun sivil kaybını engelleme ya da minimize etme konusunda başarısız olduğuna dikkat çekmiştir. Komisyon tarafından belgelenen bir olayda, koalisyonun düzenlediği bir hava saldırısında DEAŞ tarafından kontrol edilen Mansurah’da yer alan El-Badiye okuluna yapılan saldırıda 21’i çocuk olmak üzere 150 kişinin yaşamını yitirdiği kaydedilmiştir.
Çocuklar zorla silah altına alınıyor
Komisyonun raporuna göre, çocuk hakları ihlallerine konu olan bir diğer husus ise çocukların zorla silahlandırılmaları, casus ya da haber alma elemanı olarak kontrol noktalarında görevlendirilmeleri ve şiddete teşvik edilmeleridir. Komisyon, bir çocuğun gönüllü olarak silahlı bir çatışmaya dahil olmasını meşru bir gerekçe olarak kabul edilmediğinin altını çizmiştir. Örnek olarak, komisyonun röportaj yaptığı bir kişi, DEAŞ üyelerinin 16 yaşındaki bir çocuğun kardeşlerinin öldürmesinin ardından, hükümetin bunu gerekçe göstererek çocuğu orduya katılmaya nasıl teşvik ettiğini anlatmıştır. Aynı zamanda, raporda çocukların silahsız olarak da çeşitli işlerde görevlendirildiğine değinilmiştir. Örneğin, bir erkek çocuğunun 2013’te ağır bir şekilde yaralanana kadar taşıyıcı olarak kullanıldığına, yaralıların taşınması ya da ilaç taşınması gibi görevlerde kullanıldığına yer verilmiştir. Bazı silahlı grupların üyelerinin röportajlarına dayanarak çocukların benzer işler sırasında yakalandıklarında hükümet güçleri tarafından öldürüldüğüne sık sık tanıklık edilmiştir. Diğer yandan komisyon YPG/PKK’nın, kendi savunmalarının aksine, eğitime erişim desteği kampanyalarıyla birçok kız ve erkek çocuğunu silahlandırıp çatışma alanlarına savaşmaya götürdüğüne değinmiştir. Öyle ki, yapılan röportajlarda bir kişi, çatışmada 10 yaşındaki bir çocuğun AK-47 taşımaya çalıştığı ve ağır geldiği için sürükleyerek götürdüğüne tanık olduğu bilgisine yer vermiştir.
2012’den beri 2,5 milyon çocuk mülteci kamplarında
Komisyonun raporda ele aldığı bir başka konu ise Suriye’de çatışma bölgelerindeki çocukların eğitim haklarından mahrum bırakılmasıdır. Gerek hükümet güçleri gerek devlet dışı silahlı aktörler ya da terörist örgütler tarafından çocukların eğitimi sürekli sekteye uğramaktadır. Raporda, tarafların saldırılarının okulları hedef aldığını, aynı zamanda saldırılardan sonra oluşan korkuyla bazı okullarda sınıfların bodrumlara taşındığına dikkat çekilmektedir. Örneğin, 2015 yılında yapılan bir saldırıda Şam’da bulunan Abdurrahman el-Kazen Okulu sınıflarını bodruma taşımıştır. Öte yandan, komisyon, terörist örgütlerin eğitim sektörü üzerindeki kontrolünün arttığının vurgusunu yapmıştır. 2014’te DEAŞ sınava giden öğrencileri taşıyan bir otobüs konvoyuna saldırı düzenleyip, 13-14 yaşlarındaki 153 erkek çocuğu alıkoymakla birlikte beyin yıkama faaliyetleri gerçekleştirmeye çalışmış, kaçmaya çalışanlara ya da itaatsizlik edenlere ağır cezalar vermiştir. Bunun yanında raporda alıkonulan çocukların ciddi derecede psikolojik ve fizyolojik şiddete maruz kaldığı belirtilmiştir. Çocukların hayati önem taşıyan ilaçlardan mahrum bırakıldığı ve açlıkla yüz yüze bırakıldığı vurgusu yapılmaktadır. Tanıklardan ve kurbanlardan toplanılan bilgilere göre, alıkonulan çocuklar cinsi şiddete, tecavüze ve işkenceye maruz kalmaktadır. Diğer yandan, DEAŞ, diğer silahlı örgütler ve terörist gruplar tarafından erken yaşta evliliğe zorlanan, tecavüze uğrayan ve çocuk doğuran kız çocukları belgelenmiştir.
Son olarak, rapor çatışmanın çocuklar üzerindeki etkilerine değinirken, 2012’den beri tahmini 2.6 milyon çocuğun yerinden edildiğine ve yaklaşık 2.5 milyon çocuğun ise mülteci kamplarında yaşadığına değinmiştir. 8 yıllık çatışma sürecinde çocukların sağlık, eğitim gibi temel haklarının büyük ölçüde kısıtlandığına değinilmektedir. Şimdiye kadar 2.1 milyon çocuğun okulu bıraktığı görülmüş olup, nitelikli öğretmenlerin öldürüldüğü ya da ülkenin başka bölgelerine kaçmak zorunda kaldıkları ayrıca raporda kaydedilmiştir.
Astana Sürecinin İdlib Sınavı Kutluhan Görücü
2016 sonunda Türkiye, Rusya ve İran’ın girişimleri sonucunda Astana’da Suriye genelinde bir çatışmasızlık ortamı oluşturulması kararlaştırılmış ve Astana’ya taraf olan muhalifler de bu karara uyacağını açıklamıştı. Astana’nın tarafı olmayan radikal yapılanmalar ise hem anlaşmanın hem de ateşkesin dışında tutulmuştu. Temelde siyasal bir çözümü hedefleyen süreç ne yazık ki istismar edilerek muhaliflerin topraksızlaştırılması için araçsallaştırılmak istendi. Rusya ve İran destekli Esed rejimi, İdlib dışındaki tüm bölgelere (Doğu Guta, Dera, Kuneytra, Yermük, Humus kırsalı ve Kalamun) yönelik askeri harekat girişimlerinde bulunmuş ve muhalif askeri grupları bu bölgelerde etkisizleştirmeyi başarmıştı. Yalnızca İdlib, Türkiye’nin Astana süreciyle birlikte on iki gözlem noktası oluşturması sonucu çatışmasızlığın –daha doğru bir ifadeyle kapsamlı askeri harekatların– dışında tutulabilmişti. Ancak Rusya, İran ve Esed rejimi Türkiye’ye rağmen Heyet-i Tahriru’ş-Şam (HTŞ) ve diğer iltisaklı grupların varlığı üzerinden bir meşruiyet zemini oluşturacak şekilde zaman zaman bölgeyi hedef almaya devam etti. Nihayetinde ise rejim İdlib’e kapsamlı bir askeri harekat düzenlemek için hazırlıklara başlamış, Eylül 2018’de varılan Soçi mutabakatına değin saldırılarına devam etmişti.
Rusya ve Türkiye’nin Eylül 2018’de vardığı Soçi mutabakatına göre belirli bir takvim içerisinde HTŞ ve iltisaklı grupların rejim ile birlikte sınır hattından ağır silahlarını geri çekmesi öngörülmüştür. Varılan anlaşmaya rağmen saldırılarını sürdüren Esed rejimi çatışmayı kontrollü bir şekilde sürdürmüş ve anlaşma taraflarını çatışmanın içinde tutmuştur. Soçi sürecinin tamamen dışında yer alan HTŞ de sınır hattından çekilmeyerek Rusya ve rejimin saldırılarına davetiye çıkartmıştır.
Eylül 2018’den Nisan 2019’a kadar kontrollü çatışmalar sürecinin yaşandığı İdlib’de Esed rejimi Rusya’nın da hava desteğini alarak İdlib güneyi ile Hama kuzeyine yönelik askeri hamleler gerçekleştirmiş ve bu minvalde ilerlemeler sağlamıştır. Devam eden saldırılar Astana sürecini ve Soçi’de varılan mutabakatı da sorgulatır hale gelmiştir. Nitekim Esed rejimi süreç boyunca Türk Silahlı Kuvvetlerine (TSK) ait gözlem noktalarını hedef almaya başlamış, özellikle 10 nolu gözlem noktası direkt hedef olmuştur. Saldırılarda bir Türk askeri şehit olurken üç asker de yaralanmıştır. Türkiye ise mütekabiliyet esasına uygun olarak rejimi ateş destek unsurlarıyla hedef almıştır. Esed rejiminin bölgedeki ilerlemeleri sonucunda 10 nolu gözlem noktası ile Esed rejiminin kontrol alanı arasında bir köy kalmıştır. Ayrıca rejim Cisru’ş-Şuğur bölgesini almaya yönelik stratejik Kobani bölgesine birçok kez saldırı düzenlemiş ancak burada ağır kayıplar vererek geri çekilmiştir. Türkiye ve Rusya İdlib konusunda tekrar bir ateşkes zemini oluşturmayı başarmış olsalar da bu süreç uzun sürmemiştir. Devam eden saldırıların en büyük sonuçlarından biri de İdlib güneyi ve Hama kuzeyinden en az 300 bin sivilin göç etmek zorunda kalmasıdır. Nitekim 26 Nisan-19 Ağustos 2019 arasında 843 sivil Rusya ve rejimin saldırılarında hayatını kaybetmiştir.
Güvenli Bölge Sonrası
Güvenli bölge müzakereleri neticesinde Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna ilişkin ABD ile bir anlaşmaya varması Suriye’de yeni bir konjonktür oluştururken Rusya’nın yoğun hava desteği ile Hama kuzeyini yeniden hedef almaya başladığı görülmektedir. Rusya’nın dizayn edip eğittiği rejime ait kolordular ve Kaplan güçlerinin öncülüğünde doğu-batı aksından Han Şeyhun ilçesini hedef alan güçler Latamina ve Kafr Zita gibi kasabaların yanı sıra Türkiye’nin Morek’te bulunan 9 nolu gözlem noktasını kuşatma altına alarak Türk askerinin bu bölgeden çekilmesini sağlamaya çalıştıkları görülmektedir. Doğudan Sukayk, batıdan da Habit köyünü ele geçiren Esed rejimi Han Şeyhun ilçesini de kontrolü altına almış durumda.
Han Şeyhun’un ele geçirilmesi ve söz konusu iki cephenin birleştirilmesiyle Morek’te bulunan TSK’ya ait gözlem noktası da kuşatma altında kalmış durumda. Bu durum ise Astana sürecine ve Soçi’de varılan mutabakata aykırıdır. Türkiye bölgeye yeni askeri konvoy sevkiyatlarını gerçekleştirmeye çalışırken en yüksek perde açıklamalar yaparak geri adım atılmayacağı mesajını da vermektedir. Türkiye İdlib’e yönelik kapsamlı bir askeri harekatın hem siyasi çözüm sürecini bitireceğini hem de bölgede yaşayan milyonlarca sivil bağlamında büyük bir insani krize neden olacağını değerlendirmektedir. Uluslararası toplumu da bu yönde uyarmaktadır. Bu doğrultuda yakın bir dönemde Türkiye’nin İdlib sahası ve Suriye siyaseti için kritik kararlar alması gerekebilir.
Türkiye Neler Yapabilir?
Nisan’dan beri devam eden eskalasyon sürecinde Türkiye’nin, Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC) ve Milli Ordu’nun bölgede faaliyet göstermesine verdiği destek ile Rusya ve rejimin ilerleyişini durduramadığı ancak yavaşlatabildiği görülmüştür. Bu noktada Türkiye’nin önünde beş farklı opsiyon bulunmaktadır: Birincisi Milli Ordu’dan ciddi bir savaşçı desteğiyle UKC’nin etkili silahlarla donatılması sahadaki parametreleri muhalifler lehine değiştirebilir. Bu durum İdlib’in iç dengelerini de, HTŞ ve iltisaklı grupların zayıflamasını da beraberinde getirecektir. Ayrıca Soçi anlaşması bağlamında Rusya’nın HTŞ’nin zayıflatılması ve cephe hatlarının silahsızlandırılması taleplerini de karşılayabilir. Rusya ile yürütülecek müzakereler bağlamında Türkiye’nin 9 nolu gözlem noktasından çekilmeden sahada atılacak bu tarz adımlarla sonuç alması mümkün olabilir. Nihayetinde İdlib’de bir çatışmasızlık ortamının devam ettirilmesi siyasal çözüm sürecinin olmazsa olmaz şartı olarak önümüzde durmaktadır. Türkiye’nin Rusya ile müzakereleri sürdürerek zaman kazanması ve de-eskalasyonu temin etmesi ideal seçenek olarak görünmektedir. Ancak Rusya ve rejimin iyi niyet göstermemesi durumunda çatışma ve maliyet artırma stratejileri de hayata geçirilebilir.
İkinci ve daha etkili bir seçenek olarak bir yandan muhaliflerin askeri olarak yoğun şekilde desteklendiği diğer yandan da Türkiye’nin direkt olarak Tel Rıfat’tan bir cephe açması söz konusu olabilir. Böylelikle Türkiye; Rusya, rejim ve YPG/PKK’yı İdlib bölgesindeki askeri harekata karşılık bu bölgeden çıkarabilir. Bu seçenek Türkiye’nin Suriye’de PKK ile kolektif güvenlik mücadelesine büyük katkı sağlayacağı gibi Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatları bölgelerindeki YPG/PKK ve rejim saldırılarına da öncü önlem oluşturacaktır. Ek olarak bölgede Rus askeri polis varlığı ile Esed rejimi varlığının bulunması direkt olarak İdlib saldırılarına karşı bir mesaj taşıyacaktır. Nitekim Türkiye’nin İdlib’deki gözlem noktalarının ciddi tehlike altında olduğu bir süreçte Rus askeri polisinin de aynı tehlikeyi yaşaması mütekabiliyet esasına uygun olacaktır.
Üçüncü ve şu an için zayıf bir seçenek olarak Türkiye’nin İdlib’de Rusya ile yeniden bir ateşkes sağlayarak bölgedeki radikal örgütlenmelere karşı Milli Ordu ve UKC desteği ile askeri operasyon gerçekleştirmesidir. Bu seçenek İdlib’in iç dengeleri göz önüne alındığında bölgede Rusya ve rejimin gerçekleştirdiği gibi büyük bir savaşın yaşanmasına ve Türkiye’nin yoğun bir göç dalgasıyla karşılaşmasına sebebiyet verebilir. Ayrıca Rusya ve Esed rejiminin Soçi başta olmak üzere Astana sürecine uygun hareket etmemesi, ılımlı sayılan muhalif gruplarda da bu operasyona karşı çekince oluşturacaktır. Nitekim hedef alınan Hama kuzeyinde Özgür Suriye Ordusu bünyesinde faaliyet gösteren Ceyşu’l-İzze ile UKC gruplarının etkin olması bu çekinceleri güçlendirmektedir. Ek olarak Doğu Guta, Dera, Kuneytra, Kalamun, Humus ve Yermük bölgelerinde ılımlı sayılan grupların hakimiyetine rağmen Rusya, İran ve Esed rejiminin gerçekleştirdiği askeri operasyonlar halihazırda Suriye muhalefeti ve Türkiye’nin zihninde yer almaktadır.
Dördüncü ve çatışmayı yükseltecek bir seçenek olarak Türkiye’nin İdlib’e askeri tahkimatını arttırarak direkt olarak Esed rejimini hedef almasıdır. Nitekim Türkiye, Astana ve Soçi’de garantördür. Söz konusu seçenek eskalasyonu tırmandıracağı gibi Türkiye’nin direkt olarak savaşın tarafı olmasını da beraberinde getirecektir. Esasen Rusya ve İran’ın Esed rejiminin yanındaki konumlarına bakıldığında söz konusu durum savaşın gidişatına etki edecek ve bir nevi de güç dengesi sağlayacaktır. Esed rejiminin defalarca Türk askeri gözlem noktalarını da hedef aldığı ve bu durumu bir strateji haline getirdiği bir süreçte Türkiye’nin mütekabiliyet çerçevesini müttefiklerine yönelik gerçekleştirilen saldırılarla genişletmesi söz konusu olabilir. Bu tercih askeri dengenin yakalanarak yeniden diplomasi seçeneğine dönülmesine yol açabilir.
Beşinci seçenek de Türkiye’nin gözlem noktalarını boşaltarak sınır hattında bir tampon bölge oluşturacak şekilde konuşlanması ve olası kapsamlı askeri harekat sonrasında oluşacak mülteci dalgasını burada karşılamaya çalışması olabilir. Ancak bu Astana ve dolayısıyla siyasal çözüm sürecinin tamamen bitmesi ve muhaliflerin topraksızlaştırılması anlamına gelecektir.
Sonuç olarak Türkiye’nin Suriye sahasında Fırat’ın doğusunda ABD ile yürüttüğü güvenli bölge ile Menbiç yol haritası süreci, Rusya ve İran ile yürüttüğü İdlib Çatışmasızlık Bölgesi mutabakatı ve Rusya’nın da taraf olduğu Tel Rıfat’tan Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatları bölgelerini hedef alan YPG/PKK terörü gibi sorunları bulunmaktadır. Tüm bunlara rağmen sıcak çatışma ve terör sorunlarının yaşandığı iki öncelikli bölge bulunmaktadır: İdlib ve Tel Rıfat. Bu nedenle Türkiye yukarıda bahsi geçen seçenekleri Suriye siyasetinin geleceği, PKK ile mücadele ve mülteciler için güvenli bölgeler oluşturma ve koruma bağlamında ele almalıdır. Sorunlara kolektif yaklaşımlar getirmeli, askeri ve diplomatik seçenekleri birlikte değerlendirmelidir. Astana süreci Suriye’de siyasal bir çözüm için son şans durumundadır. İdlib’e yönelik Rusya destekli rejim saldırıları bu son şansı neredeyse yok olmanın eşiğine getirmiştir.
Türkiye, Rusya ile yürüttüğü müzakerelerde Astana sürecinin önemini ve Ankara’nın buradaki rolünü yeniden altını çizecek şekilde hatırlatmalıdır. Muhalifleri topraksızlaştırabilmek adına yapılacak askeri eylemler Suriye’nin geleceğini töhmet altına almakta, yeni anayasa yapım sürecinden geçici hükümet oluşumu ve seçimlerle oluşturulacak dünyanın tanıyacağı, ülkenin inşa sürecine katılacağı, güvenlik ve istikrarın temin edileceği bir Suriye’nin oluşumuna engel olacaktır. Buradan oluşacak maliyetin Rusya tarafından üstlenilmek durumunda kalacağının da Rus siyasi karar alıcılara hatırlatılması gerekmektedir. Türkiye’nin denklem dışına itildiği bir Suriye’de rejimin mevcut kompozisyonuyla ülkede istikrar sağlaması hiçbir şekilde mümkün görünmemektedir.
Kaynak: https://kriterdergi.com/yazar/kutluhan-gorucu/astana-surecinin-idlib-sinavi
İdlib’e Farklı Bakmak: Sünni Nüfus Eritiliyor Kutluhan Görücü
2018 Eylül ayında imzalanan Soçi mutabakatına rağmen rejimin İdlib’e yönelik rejim saldırıları aralıklarla sürmüş, ardından Rusların hava saldırılarına başlaması ile birlikte İdlib yeniden çatışmaların odağında olmuştur. Rejim Nisan ayında başlattığı saldırıların ardından Hama kuzeyinde ilerleme sağlamış, Morek’teki TSK’nın üssünün kuşatma kalması ve Han Şeyhun beldesinin muhaliflerce kaybedilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu süreçten itibaren devam eden aralıklarla saldırılar ve Rus hava saldırıları neticesinde yüzbinlerce sivil yerlerinden edilmiştir. İdlib havzasında tüm saldırılarla yerlerinden edilen sivil sayısının 1.6 milyona yaklaştığı değerlendirilmektedir. Son dönemde gerçekleşen saldırılar sonucunda ise TSK’ya ait Surman’daki gözlem üssü rejim güçleri tarafından çevrelenmiş durumdadır. Bu saldırılar neticesinde ise yaklaşık 400 bin sivilin Türkiye sınırına geldiği ifade edilmektedir. Rejim İdlib’in güneydoğusuna ve Halep batısına gerçekleştirdiği son ilerlemeler ve saldırılarla M5 yolunu kontrol etmeyi, buna bağlı olarak da Maarat el Numan kentini ele geçirmeyi hedeflemektedir. Rusya ve rejimin İdlib’te kısa vadeli planlarının M4 ve M5 yollarını kontrol ederek, İdlib şehir merkezini de karadan bombalama gerçekleştirebileceği noktaya getirmeyi hedeflediği düşünülmektedir.
Yönetilebilir bir Suriye
Aynı zamanda sivil yerleşim alanlarını imha ederek, yerleşik son devrimci & sünni nüfusu da tasfiye etmek istemektedir, Nitekim tüm Suriye sahasında devrime bağlılık gösteren sünni nüfus ve silahlı unsurlar halihazırda İdlib’te toplanmış durumdadır. Bu bağlamda İdlib, Halep batısı ve çevre yerleşim yerlerinin yoğun bombardımanlar neticesinde yaşanmaz hale getirilerek, söz konusu nüfusun da ülke dışına zorla göç ettirilmek istendiği böylece rejim açısından yönetilebilir nüfusun ülkede kalmasının amaçlandığı görülmektedir. Bu yıkıcı tutumu, yakın tarihimizde Çeçenistan’ın başkenti Caharkale’ye (Grozni) yönelik yoğun Rus bombardımanında tecrübe etmiştik. Neredeyse tamamen yıkılan şehirde yüzbinlerce insan hayatını kaybetmiş veya göç etmek durumunda kalmıştı. Rusya’nın aynı tutumu, İdlib’te de gösterdiğini bu kapsamda sünni nüfusun gücünün kırılmasına İran’ın da destek olduğunu belirtmekte yarar vardır. Nitekim, ülkeden yoğunlukla göç eden kesimin sünni nüfus olduğu da hatırda tutulmalıdır. Geri dönüşlerin engellenmesi noktasında da rejimin azami gayret gösterdiği bilinmektedir, Dera ve çevresinin rejim tarafından ele geçirilmesine rağmen Ürdün’deki mültecilerin geri dönüş yapmadığı bilinmektedir. İdlib’e uluslararası kamuoyunun bakışını göz önünde bulundururken, saha aktörlerinin ne hedeflediğini ve nasıl bir Suriye tasarladıklarını da görmek gerekmektedir. Bu noktada, Irak savaşının ardından yönetimden uzaklaştırılan, bununla kalmayıp ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye başlayan sünni nüfusun DEAŞ’ı destekleyen bir noktaya nasıl evrildiğini ve bu bağlamda Suriye’nin karşı karşıya kalabileceği potansiyel şiddet sarmalını görmek gerekmektedir. 2018 yılında Dera ve çevresinin rejim tarafından ele geçirilmesine rağmen bölgede rejime karşı gösteriler aralıklarla sürmeye devam ederken, çeşitli gerilla yapılanmasına sahip muhalif örgütlenmeler ortaya çıktığını ve rejim unsurlarına karşı aralıklarla saldırılar düzenlediğini akılda tutmak gerekir.
Uluslararası Bakış
İdlib çıkmazına ilişkin Rusya, İran, rejim ve müttefikleri dışında başta Batı dünyası olmak üzere ABD, Türkiye ve AB ülkeleri; Rusya, İran ve rejimin saldırılarına karşı durmaktadır. Bu noktada Türkiye, pozisyonu, fiili varlığı ve fiziki manada ilk etkilenecek ülke olması hasebiyle diğerlerinden ayrışmaktadır. Nitekim, aktif olarak ateşkes politikası yürüten ve sahada varlığı bulunan tek ülke Türkiye’dir. Bu manada da diğer ülkelerden ayrıştığı gibi, sorumluluğu da üstlenmek durumunda kalmıştır. Ancak Türkiye’nin Batı dünyasına ifade ettiği nokta, İdlib’te yaşanabilecek bir göç dalgasının yalnızca Türkiye’yi değil, Avrupa ülkelerini de etkileyeceğidir. Bu anlamda başta Almanya, Fransa, İtalya ve ABD olmak üzere Batı dünyasının Türkiye’nin izlediği ateşkes, normalleşme ve siyasi sürece geçiş siyasetini güçlü bir şekilde desteklemesi gerekmektedir ancak bugüne değin bu yönde fiili etki uyandırabilecek bir adım atılmış değildir.
ABD elçilik hesabı üzerinden İdlib’e yönelik saldırıları kınasa da fiili bir adımda bulunmamıştır. Almanya Şansölyesi Merkel, Türkiye ziyaretinde İdlib’e yönelik Türkiye’nin gerçekleştirdiği yardım faaliyetlerine destek vereceğini ifade etmesinin dışında kalıcı bir çözüm söylemi oluşturduğunu belirtmek güçtür. Bunun yanında Fransa, Türkiye’nin İdlib pozisyonuna paralel bir duruş sağlasa da YPG/PKK girdiği siyasi ve askeri angajmanın ardından Suriye’de Esed karşıtı bir pozisyondan ziyade YPG destekçisi bir noktaya evrilmiştir. Batı dünyasının parçalı siyasetini, Türkiye’nin bölgedeki yalnızlığını fırsata çeviren Rusya, İran ve rejim bloku İdlib’te ilerlemelerini sürdürmektedir. Bu noktada, Arap dünyasının da İdlib’te yaşanan sivil ölümlere, zorunlu göçe ve insan hakları ihlallerine karşı suskunluğu da ayrıca not edilmelidir. Türkiye’ye müzahir bir siyaset izleyen Katar’ı Arap dünyasından ayırmak mümkündür.
Rusya Ne Hedefliyor?
Rusya, Eylül 2018’de imzalanan Soçi mutabakatına bir süre riayet etse de ilerleyen süreçte anlaşmaya paralel hareket ettiği ifade edilemez. Nitekim 2019 yılından itibaren gerçekleştirilen saldırılara da bifiil katılım sağlamıştır. Yalnızca hava saldırılarıyla değil, karadan da Wagner grubu vasıtasıyla çatışmalarda yer almıştır. Aynı zamanda saldırıları koordine eden kurmay aklı Rus Ordusu sağlamaktadır. Yukarıda da ifade edildiği üzere Suriye’de devrimci & sünni nüfusun göç ettirilmesi, silahlı muhalefetin elimine edilmesi, muhalefetin topraksızlaştırılması ve bu bağlamda anayasa ve siyasi süreçte muhalif etkinin minimize edilmesi Rusya’nın temel yaklaşımıdır. Aynı zamanda Rusya’nın İdlib tavrı, hem Türkiye’yi hem de potansiyel göç ile birlikte Avrupa ülkelerini tehdit etmek üzere sahayı canlı tutmak üzerinedir. Bununla birlikte adım adım sahada ilerleme kat ederek de orta ve uzun vadeli hedeflerini gerçekleştirme arzusundadır.
Türkiye Ne Yapmalı?
2011 yılından itibaren Türk dış politikasının temelini oluşturan Suriye sorunu, gelinen noktada Türkiye’nin yalnızca dış siyasetini değil, iç siyasetini belirler pozisyona erişmiştir. 4 milyon mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye’nin yeni bir göç dalgasını kaldırabilecek bir noktada bulunmadığı bilinmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin İdlib’ten gelebilecek bir potansiyel bir göçü önlemek adına askeri tedbirleri ciddiyetle tartışması gerekmektedir. Nitekim ne Rusya ne İran ne de rejim, diplomatik anlaşmalara riayet etmemekte, aksine askeri çözümü öncelemektedir. Bu manada Türkiye’nin de elinin güçlü olduğu ve gerektiğinde savaşı başka noktalara taşıyabileceği muhataplarına hatırlatılmalı ve hatta fiili örneklendirmelerde bulunulmalıdır. Türkiye’nin kendi ordusu, TSK’nın yanında yaklaşık sayıları 100 bine erişen Suriye Milli Ordusu’nu harekete geçirebilme etkisinin olduğu, bu kapsamda Halep’in, Tel Rıfat’ın, Lazkiye’nin ve tabii olarak İdlib’in yeni cephelere sahne olabileceği başta Rusya olmak üzere tüm karşı bloka izah edilmelidir.
Öncelikle Türk hariciyesinde ve askeriyesinde İdlib konusunda diplomatik önlemlerin yetersiz kaldığı kabul edilmeli ve defalarca denenen ancak sonuç alınamayan ateşkes girişimlerinden vazgeçilmelidir. Tedbir, Rusya’ya bu savaşın maliyetlerinin hesapladıklarının çok ötesinde olduğunu ve hatta başta anayasa süreci başta olmak üzere siyasi süreci de tehlikeye attığını gösterecek şekilde askeri olmalıdır. Astana sürecinin de bu şiddet politikası sürdüğü müddetçe işlevsiz hale geleceği de hatırlatılmalıdır. Bu kapsamda atılacak askeri adımlara, başta ABD olmak üzere Batı dünyasının diplomatik, istihbari ve hatta askeri desteği alınmalıdır. Konunun ciddiyetinin anlaşılması bakımından da İdlib’ten doğabilecek yeni bir göç dalgasında AB ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması’nın işlevsiz hale geleceği açıkça ifade edilmelidir. Nihai manada çözümü askeri tedbirlerde gören Rusya’ya karşı, Türkiye’de çözümü askeri tedbirler de aramalı ve İdlib’i; Afrin, el Bab, Cerablus veya Tel Abyad gibi tam manasıyla TSK kontrolüne alacak, bu kapsamda da rejimin ilerleyişini durduracak hatta geriletecek askeri tedbirleri ivedilikle yeniden masaya almalıdır.